Bu yıl 28. kez düzenlenen Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, sinemanın dönüştürücü gücünü bir kez daha kadınların sesiyle buluşturdu. Hafıza, şiddet ve suskunluk temaları etrafında şekillenen Hiçbir Şey Normal Değil, festivalin dikkat çeken yapımlarından biri olarak, Ceylan Özgün Özçelik’in On Saniye adlı filmiyle birlikte izleyiciyle buluştu.

2000’li yılların başında radyo programcılığıyla başladığı anlatı serüvenini, kısa filmlerle geliştiren Ceylan Özgün Özçelik; hafıza, şiddet ve toplumsal bellek gibi zorlayıcı temaları cesurca ele alan işleriyle son yılların en dikkat çekici bağımsız sinemacılarından biri haline geldi. 2017’de Berlinale Panorama Special seçkisinde prömiyerini yapan ve SXSW’de Gamechanger Ödülü kazanan Kaygı (Inflame) ile sinema dünyasına güçlü bir adım atan Özçelik, belgesel ve kısa film türlerinde de üretkenliğini sürdürüyor. Rize doğumlu yönetmen, İstanbul merkezli üretimlerini, sinemanın hem görsel hem de politik olanaklarını keşfetmeye adayan bir tutarlılıkla şekillendiriyor.
Hiçbir Şey Normal Değil
Bir zamanlar “Natureland” adıyla anılan, rengârenk tabelaları, çocuk kahkahaları ve simgesel hayvan figürleriyle süslenmiş bir yer vardı. Bugünse o alan, çürümüş sessizliğiyle, garip biçimli kalıntılarıyla ve zamanın bile terk etmiş gibi durduğu gri toprağıyla bir hayalet gibi karşımızda duruyor. Hiçbir Şey Normal Değil, tam da bu çöküşün izini süren bir film. Ancak bunu didaktik bir dille değil; kara mizahın, absürd göndermelerin ve sarsıcı görsel atmosferin diliyle yapıyor.

Film boyunca izleyiciyi rahatsız eden bir şey var: Ne tam olarak açıklanıyor, ne de tamamen gizleniyor. Duyulur duyulmaz ama sürekli tekrarlanan haber anonsları, sıradan turizm haberlerinden çok bir felaket bildirisi gibi yankılanıyor. Kalınlaştırılmış ve yankılı tonlamalarıyla adeta bir korku filminin alt metni gibi işleyen bu sesler, her sahneye sızarak görünmeyen ama hissedilen bir tehdit atmosferi yaratıyor. Bu anlamda film, Get Out ya da Dark gibi yapımları anımsatırken, Stephen King’in It’indeki o bilinçaltı rahatsızlığı da çağrıştırıyor. Amaç yalnızca korkutmak değil; izleyiciyi rahatsız ederek uyanık tutmak.
Görsel anlamda film etkileyici bir dil kuruyor. Renk doygunlukları, kadrajlardaki titrek yapı ve kameranın yabancılaştırıcı bakış açıları izleyicide sürekli bir huzursuzluk yaratıyor. Ne karakterler tam anlamıyla canlı, ne mekânlar tamamen gerçek… Her şey, distopik bir rüyanın içinde sürükleniyor gibi. Bu görsel yaklaşım, filmin taşıdığı politik ve duygusal altmetinle birlikte çalışarak etkisini artırıyor.

Hiçbir Şey Normal Değil, yalnızca terkedilmiş bir ecoparkın hikâyesini anlatmıyor. Aynı zamanda doğayla kurulan yapay ilişkilerin, medyanın haberi değil hissi yönettiği bir çağın ve politik manipülasyonun simgesel bir eleştirisini sunuyor. Disneylandvari bir estetiği fon olarak kullanan film, masumiyetin pazarlanabilir bir meta haline nasıl getirildiğini ve ardından nasıl terk edildiğini gösteriyor. Üstelik bunu parmak sallamadan; güldürerek, rahatsız ederek ve düşündürerek yapıyor. En önemlisi de, izleyiciyi harekete geçirmeyi amaçlıyor.
Filmin bu çok katmanlı yapısını ve izleyicide bıraktığı güçlü etkiyi, yönetmeni Ceylan Özgün Özçelik ve kurgucusu Selda Taşkın ile konuştuk. Yaptığımız bu röportajda hem filmin yapım sürecine hem de arka planındaki düşünsel dünyaya yakından bakma fırsatı bulduk. Keyifli okumalar dileriz!

Öncelikle filminiz için tebrik ederim. Büyük bir başarı, emeğinize sağlık. Filminizde politikanın doğayla kurduğu ilişki neredeyse iç içe geçmiş görünüyor. Bu ayrılmazlık fikrini biraz daha detaylandırabilir misiniz? Sizce doğa artık tamamen politikanın bir yansıması mı?
Ceylan Özgün Özçelik: Biz teşekkür ederiz bu röportaj için. Artık biliyoruz ki halka ait olması gereken topraklar bile artık halka ait değil; buradan başlayabiliriz. Ama hepimiz her an bir şeylerin içinde kayboluyoruz ve nereye kadar gidebileceğimizi bilmiyoruz, çünkü kriz her yere uzanıyor. Hiçbir toprak ne köylüye ne de o yerin halkına ait gibi; her şeyin bir sahibi var ve bu sahiplik hep bir iktidarı, bir devleti, bir mekanizmayı—hatta devletler ağını—beraberinde getiriyor. Politika ise her şeyin sahibi gibi; hepimizin üzerinde. Ne yazık ki, bir cümle kurarken bile bir saat sonrasını kestiremediğimiz bir dünyada yaşıyoruz ve bu belirsizlik içinde özgürlükten, cesaretten bahsediyoruz ama nereye kadar? Sistematik bir baskının yükünü taşıyan bir dünyada, iklim de tarihinin en kötü noktasında; hiçbir zaman bu kadar kötü olmamıştı. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıyayız ama bu, çoğu zaman kulağa sadece bir slogan gibi geliyor. Oysa gerçeklik o kadar yakın ve ağır ki, her an onunla yüzleşiyoruz ve bu yüzleşmenin bedelini çok daha kötü koşullarda, çok yakın bir gelecekte ödeyeceğiz.

Filminizde özellikle kara mizah türünü tercih etmişsiniz. Bu anlatım biçimiyle izleyiciye sadece düşünsel olarak değil, duygusal ve etiketli sorumluluk yüklemek mi istediniz? Sadece durum tespiti değil de bir hareket çağrısı yapmak, seyirciyi ayağa kaldırmak gibi bir niyetiniz var mıydı?
Ceylan Özgün Özçelik: Kesinlikle böyle bir niyetimiz vardı; hatta bu doğrultuda özel izlemeler düzenledik. Bu izlemelerde genç bir sinemacı, filmden sonra “kendimi bir rollercoaster’a binmiş gibi hissettim” demişti. Gerçekten de bir rollercoaster’a binmiş, “Film boyunca midemde bir sıkışma, başımda bir dönme hissettim”, diye tanımladı yaşadığını. Filmde elbette bir mizah dili var ama bu mizah aslında içerideki sinirin bozulmasından kaynaklanıyor; yani sinirimiz bozulduğu için gülüyor, gülebildiğimiz için o siniri dışa vurabiliyoruz. Biz filmi yaparken de kendimiz sık sık gülüyorduk ama bu gülüş, bir savunma mekanizmasıydı. Mesela lobide canlı bir inek var; evet, gerçek bir lobi düşünün, içinde canlı bir hayvan var. Ama bu hayvan doğal ortamında değil, sistem tarafından oraya yerleştirilmiş ve ölüme terk edilmiş bir canlı. Ya da köpeklerin yüz ifadelerine göre onlar için “güzel” görünen özel yemekler hazırlanıyor; bu da tatlı, estetik bir sunum gibi gösteriliyor. Askerler ise eğlence parkında, resmi üniformalarıyla geziyorlar—yalnızca Türkiye’den değil, başka ülkelerden de gelen askerler var. Bütün bu imgeleri seyirciye birebir gösteremesek de, zihninde canlandırmasını sağlamaya çalışıyoruz çünkü izleyici bunu hayal ettiğinde “ben neyin içindeyim?” diye soruyor kendine ve büyük bir sinir boşalması yaşıyor.
Selda Taşkın: Bu sinir boşalması aslında. Doğaya, canlılara, insanlığa ve kendi değerlerimize yapılan sistematik müdahalenin sonucu. O yüzden bu filmde güldüğümüz şey aslında çok da komik değil; bu gülme, bastırılmış bir tepkinin dışa vurumu. Bu anlatım biçimi de izleyiciyi hem daha hızlı düşünmeye hem de bu düşüncenin etkisiyle harekete geçmeye teşvik ediyor. Film zaten başlı başına itirafçı bir yapı taşıyor. Elbette yaptığımız şey VR ya da AR gibi doğrudan interaktif bir deneyim değil ama amacımız izleyicinin kendini oradaymış gibi hissetmesini sağlamak, onu doğal yaşamın içinde yeniden konumlandırmak. Tüm bu kırıntılarla birlikte geçmişte nasıl yaşamadığımızı hatırlatmak ve başka bir hayali mümkün kılmak istiyoruz.

Özellikle büyüteç imgesi çok gösterildi filmde. Bunun filmdeki sembolik işlevini merak ediyorum, bu nesne karakterin çocukluğuna ya da onun o dönem yaşadığı o ütopyaya duyduğu bir özlemin temsilcisi mi? Yoksa daha derin anlamlar mı taşıyor? Ne söylemek istersiniz?
Ceylan Özgün Özçelik: Benim için kesinlikle öyleydi, ama Selda’nın cevabı farklı olabilir. Bugün seyirciler arasında orada zamanında bulunmuş insanlar da vardı ve çoğu zaman orayı hep güzel hatırlıyorlar. “Çok güzeldi, inekten süt alırdık, hayvanları severdik, ceylanlar koşardı” gibi şeyler söylüyorlar. Ama kimse o zamanın gerçekten ne anlama geldiğini ya da oradaki durumun gerçekte ne olduğunu pek sorgulamıyor. Mesela gözleme yapan kadınların neden gülümsemediğini kimse düşünmüyor. Belki de gülümsemiyorlardı çünkü emeklerinin karşılığını almıyorlardı. Ama oraya gelen misafirler, bu detayların farkında olmadan sadece ütopik bir deneyim yaşadıklarını sanıyorlardı.
Selda Taşkın: Oysa orada yaşanan şey gerçek değil, kurgu bir deneyimdi. Ve filmle birlikte siz de bunu yaşatmışsınız aslında—kurulmuş, “mış gibi” bir dünya. Belki de bizim o büyüteçle baktığımız şey, insanların tatlı bir çocukluk anısı gibi hatırladığı, bir pastanın üstü kadar renkli görünen ama gerçekte öyle olmayan o harikalar diyarıydı. O yerde aslında hiçbir zaman bir “harika” yoktu. Sadece farklı bir açıdan, doğru bir yerden bakıldığında her şeyin arka planı çok net bir şekilde ortaya çıkıyor. O güzellik sandığımız yüzeyin altını, o yer kapandıktan ve yıllar geçtikten sonra ancak anlayabiliyoruz. Bu yüzden tamamen katılıyorum.

Filmin hem ilk sahnesinde hem de finalinde yağmurun belirgin şekilde yer aldığını görüyoruz. Bu tekrar, anlatı içinde simgesel bir işlev mi taşıyor? Yağmuru özellikle başa ve sona yerleştirmenizin arkasında nasıl bir anlam ya da his var?
Ceylan Özgün Özçelik: Yağmur yine kirli bir dirilmeyi bence gösteriyor zaten. Bazen su olmasa da, ses tarafında o su sesini kullandık. Yani yapışan bir şey… Oraya yapışıyorsun sürekli. Hep bir çamur var aslında; ama fiziksel bir çamurdan bahsetmiyorum. Bu, metaforik bir çamur. Ve oraya yapışıyorsun; hem kirine, fosiline, geçmişine yapışıyorsun. Ama bir yandan da seni bırakmıyor, oradaki hayaletler de bırakmıyor, ben öyle düşünüyorum. Ondan oradan çıkamıyorlar. Oradan istediğiniz kadar çıkmaya çalışın, çıkamıyorsunuz. Ben sizi o yüzden de biraz suçlamıyorum. Çıkmaya çalışsak da çıkamıyoruz. Bir çamur var ve biz o çamura basıyoruz sürekli. O çamuru, kütüphane olarak orada görmesek bile sesi var. Kulaklığa basmaya devam ediyoruz. Sizi çekmeye devam ediyor.
Bu ilham verici sohbet için çok teşekkür ederiz.
Ceylan Özgün Özçelik: Bu fırsat için asıl biz teşekkür ederiz. Tekrardan buluşmak dileğiyle.