3-12 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da ve 9-12 Ekim tarihleri arasında Ankara’da gösterimlerini tamamlayan Filmekimi, 16-19 Ekim ve 23-26 Ekim tarihlerinde Eskişehir ile İzmir şehirlerinde gösterimlerini sürdürüyor. Berlin, Cannes, Venedik ve Toronto festivalinde öne çıkan filmler Türkiye bağlamında seyircilerle ilk kez Filmekimi’nde buluştu. Seçkide toplamda 49 film bulunan festivalde ağırlıklı olarak yas, hesaplaşma, bireysel yabancılaşma, adalet, travmalar, nesiller arası ilişkiler, yozlaşma ve tekinsizlik konularının hüküm sürdüğünü söylemek mümkün. Ayrıca Bir Zamanlar Gazze’de, Yüreğini Eline Al ve Yürü gibi filmlerle Gazze anlatılarına da yer veren festival nitelik bakımından son senelerin en muntazamca hazırlanmış seçkisini sunmuş oluyor. Bizler de festival süresince izlediğimiz filmlere dair kısa izlenimlerimizi sizler için derledik.
Geber Aşkım (Lynne Ramsay, 2025)

Lynne Ramsay’in yönettiği Die, My Love işlevselliğini yitirmiş çekirdek ailedeki bir kadının doğum sonrası buhranlarını ele alıyor. Ramsay, 4:3 kadrajıyla karakterleri sınırlandırarak ataerkil aile sisteminde sıkıştırıyor. Ancak senaryonun sığlığı ve melodramatik ögelerin ağır basması filmin potansiyelinin önünü kesiyor.
Baba Anne Erkek Kardeş Kız Kardeş (Jim Jarmusch, 2025)

Father Mother Brother Sister, üç farklı ülkede geçen bir Jim Jarmusch antolojisi. Hafıza, yas, iletişimsizlik, küçük anlardan çıkan egzantrik anlarla örülü film, aile ilişkilerine nostaljik olmayan bir samimiyetle yaklaşıyor. Jarmusch’un motifleri haline gelen su ve kahve, bu filmde de ilişkileri birbirine bağlıyor. Nihayetinde üç farklı ülke ve aile içerisinde geçse de film, birbirine uyaklanabilen ahenkli bir durum komedisi olarak karşımıza çıkıyor.
Görünmez Kaza (Jafar Panahi, 2025)

Un simple accident, bir otomobil tamircisi Vahit’in karşılaştığı bir adamı eski istismarcısı zannederek kaçırmasıyla başlayan bir film. Anlatı süresince Vahit ve eklemlenen kişilerin ahlaki dilemmalarını işleyen film, adaletin ve şiddetin sınırlarını sorgulamaktadır. Panahi’nin komedi dram dengesini kurduğu film İran’ın değişimlerini yansıtmakla beraber devlet şiddetinin bireyler üzerindeki sarsıcı etkisini tekrar hatırlatmaktadır. Ancak bizlere şu soruyu sorar: şiddet bireyin mi yoksa bireyin mensup olduğu kurumsal iktidarın sonucu mudur?
İki Savcı (Sergei Loznitsa, 2025)

Sergei Loznitsa’nın yönettiği “İki Savcı”, yeni mezun bir savcının NKVAD hapishanelerinde hukuksuz şiddetlere karşı açtığı savaşı ele alıyor. Aleksander Koznitsov, büyük oyunlar vermeden sadece mimikleriyle dahi iktidar baskısına rağmen hukuka bağlı savcı rolünün altından başarıyla kalkıyor. Loznitsa her kadar Stalin dönemine özgü devlet şiddeti ve hukukun yozlaşmasını konu edinse de, hukukun muktedirlerin elinde yozlaşmasının hala geçerli olduğunu yüzümüze tokat gibi çarpıyor. Böylelikle Loznitsa kendi kişisel yaşantısında da sürdürdüğü muktedirlerle mücadelesini baş kişisi olan savcı üzerinden sürdürmeye devam ediyor.
Splitsville (Michael Angelo Corvino, 2025)

Michael Angelo Covino ve Kyle Marvin’in yazdıkları, başrollerini paylaştıkları Splitsville, evli iki arkadaşın açık ilişkiyle imtihanları ve bu imtihandan doğan çatışmayı ele alıyor. Ortak yapımcılarından biri olan Dakota Johnson ve Adria Arjona’nın da kadrosunda olduğu film erkekliğin kırılganlığı, açık ilişki ve tüketim kültürü arasındaki çizgiyi mizahi bir yolla irdeliyor. Covino ve Marvin filmde alenen açık ilişkilerin, tarafların birbirleriyle açık ilişki sürdürmemeleri ve kıskançlık stratrejilerinin maskesi haline geldiklerini ifade ediyorlar. Lakin açık ilişkiye getirdikleri eleştiriyi ne yazık ki toksik maskülenlik ve heteroseksist tek eşliliğe, evlilik kurumuna getiremiyorlar. Böylece sadece hoşça vakit geçirten, güldüren fakat evliliği kutsayan bir film haline geliyor.
Aynalar No. 3 (Christian Petzold, 2025)

Christian Petzold’un son filmi “Miroirs No.3” kızını kaybeden bir kadının, evinin yakınında araba kazasından kurtulan Laura’yla kurduğu saplantılı ilişkiyi irdeleyen bir film. Petzold yasın uzaması sonucu oluşan saplantılı iletişimi ele alıyor. Ancak senaryonun melodrama meyletmesi, karakterlerin motivasyon belirsizlikleri ve yönetmenin filmin geneline dair aşikar olan kararsızlığı ne yazık ki filmin, Petzold’un filmografisindeki zayıf halkalardan biri olmasına neden oluyorlar.
Manevi Değer (Joachim Trier, 2025)

Joachim Trier’in “Sentimental Value” filmi, Nora ve Agnes kardeşlerin babalarıyla yaşadıkları iletişimsizlikten yola çıkarak nesiller arası travmalara doğru açılan katmanlı bir anlatı kuruyor. Sessizlikler, soğuk renk paleti ve gözyaşlarıyla örülü film, seyirciyi kolay hazmedilen bir hikâyeye değil, kendi aile geçmişine ve kırılmalarına bakmaya davet ediyor. Nora ve Gustav karakterlerinin oyuncu ve yönetmen olmaları, acılardan kaçmak için sanata sığınmalarını temsil ediyor. Bir anlamda Goffman’ın sahne önü ve arkası temalarını da çağrıştırıyor. Trier bu kez iletişimsizlik, buhran ve bireysel yabancılaşma temalarını baba–kız ilişkisi üzerinden işlerken, filmin geçtiği evi de aile travmasının ve bireysel dönüşümün mekânsal bir sembolüne dönüştürüyor. Dolayısıyla Trier belleği, mekânı ve performatifliği iç içe geçirerek sıradan bir melodramın ötesine geçen, derinlikli ve sürükleyici bir anlatı inşa ediyor.
Alpha (Julia Ducournau, 2025)

Julia Ducournau’un son filmi “Alpha” yeni bir virüs nedeniyle insanların mermerleştiği bir dünyada, Alpha’nın paylaşımlı iğneden dövme yaptırmasıyla başlar. Ancak doktor annesi, Alpha’nın hastalık kaptığından şüphelenir. Amcası Amin ise aileye eklemlenen madde bağımlısıdır. Body horror ve psikolojik dram türlerini harmanlayan film karakterlerle özdeşim kurmamıza izin vermiyor. Hatta karakterler, tipten öteye geçemiyorlar. Filmin bağımlılık mı yoksa HIV/AIDS alegorisini mi işlemek istediği konusunda kafası bir hayli karışık. Ducournau, görsel dilini kuvvetli bir şekilde yapılandırsa da seyirciye salt bir kafası karışık video klip soslu bir melodram sunuyor.
Yeniden (Max Walker-Silverman, 2025)

Rebuilding, büyük yangında evlerini, çiftliklerini kaybeden insanların hayatlarını yeniden kurmalarının, kendi yas süreçlerinin hikayesini ele alıyor. Josh O’Connor, minimal oyunculuğuyla iletişimsizlik, yalnızlığın melankolisini ustalıkla yansıtıyor. Yönetmen Max Walker-Silverman ile görüntü yönetmeni Alfonso Herrera Salcedo kırsal Amerika’yı Edward Hopper ve Andrew Wyeth’in melankolik bakışlarıyla resmediyorlar. Ağır temposuna rağmen Rebuilding kayıplar ve yasa ragmen hayat içerisinde baştan başlama eylemine dair melankolik bir umut aşılatan bir film.
Bugonia (Yorgos Lanthimos, 2025)

Yorgos Lanthimos’un “Save the Green Planet”ten hareketle uyarladığı Bugonia, iki erkeğin dünyayı işgal ettiğini zannettikleri bir kadını kaçırmaları üzerine kurulu bir film. Jang Joon-hwan’ın senaryosuna sadık kalsa da Lanthimos, genel seyirci için belki tahrik edici ya da düşünceleri sarsan bir yönetmen olarak algılanabilir. Ancak ekoloji krizi, ilaç sanayiinin kirli çamaşırları ve kapitalizmin sarsıcı etkilerini kara mizahi bir yoldan ele alarak karşı söylem üretmekten kaçınıyor. Sömürü döngüsünü ele alırken bunları oldukça olağanlaştırıyor. Lanthimos mizantropluğunu bu filmde de sürdürüyor. Emma Stone, Lanthimos filmlerindeki bilindik performanslarını sergilerken filmin asıl yıldızının Jesse Plemons olduğunu söylemek lazım.
Yeni Dalga (Richard Linklater, 2025)

Richard Linklater’ın festivaldeki iki filminden biri olan “Yeni Dalga”, Jean-Luc Godard’ın Serseri Aşıklar filminin çekim sürecini ele alıyor. Biçimsel olarak 4:3 kadraj, grenler ve siyah beyaz çekimleriyle film seyirciyi 1959 Paris sokaklarına sürüklüyor. Ayrıca filmin yapımında veya Godard’ın hemhal olduğu insanları da tanıtan film Fransız Yeni Dalgası ve Godard’ın kendisine saygı duruşunda bulunuyor. Film, Serseri Aşıklar’ın yapım sürecinin kaotik doğasını ustalıkla yansıtırken Godard’ın öngörülemez yapısını seyircilere tekrardan hatırlatıyor. Guillaume Marbeck, Zoey Deutch ve Aubry Dullin; Godard, Seberg ve Belmondo olarak inandırıcı performans sergiliyorlar. David Chambille ise Raoul Coutard’ın görüntü yönetmenliğine ahde vefa niteliğnde sunduğu sinematografisiyle filme meta bir unsur kazandırıyor. Öngörülebilir senaryosuna rağmen Nouvelle Vauge festilain öne çıkan filmlerinden biri haline geliyor.
La Grazia (Paolo Sorrentino, 2025)

Paolo Sorrentino’nun son filmi La Grazia, görevinin son aylarını yaşayan bir cumhurbaşkanı Mariano De Santis’in iki af ve ötenazi taslağı ile imtihanını ele alıyor. Bu süre zafında Mariano De Santis, ölen eşinin yası ve eşinin kendisini aldattığı kişiyi bulmaya çalışır. Ancak cumhurbaşkanlığı ve kişisel yaşantısında sıkı sıkıya bağlı kaldığı katı prensipler nedeniyle etkin kararlar vermekte sorun yaşar. Ayrıca Mariano, kendi çağından ve kendi çevresinden kopuk da bir karakterdir. Filme ismini veren “merhamet” kavramından da kopuktur. Dolayısıyla De Santis, prensiplerine bağlı biriyken kendi insaniliğiyle yüzleşmek zorunda kalır. Böylece La Grazia, hukukun ve insaniyetin doğalarını sorgulayan dokunaklı, vurucu bir Sorrentino filmi olarak karşımıza çıkıyor.
Değerlendirme
Şüphesiz ki geçtiğimiz yıllardaki Filmekimi seçkileri de oldukça muntazam ve harikulade bir şekilde hazırlanmıştı. Ancak bu sene, belki de sosyopolitik iklimin tesiriyle, filmlerde istemsiz bir tematik ortaklık mevcut. Haliyle filmleri tematik ortaklıktan da takip etmek seyir zevkini oldukça yükseltiyor. Lakin, 49 filmin önemli bir kısmının dağıtımcılığını MUBI’nin üstlenmesi de dikkatlerden kaçmayan bir unsur olarak değerlendirilebilir. İstanbul seyircisi için bu seneki Filmekimi sona erse de 6-19 Ekim ve 23-26 Ekim tarihlerinde Eskişehir ile İzmir seyircileriyle buluşmaya devam ediyor.