Rüyalar ve Rejimler: Doğu Bloku’ndan Fantastik Kareler

Yazan: Emirhan Coşkun

Soğuk savaş yılları, doğu bloğu ülkelerinin perdesini açma cesareti gösterebilenler; tanklar, casuslar, Amerikan zulmü ve ideolojik bildiriler dışında çok önemli bir şey daha görebiliyordu. O perdelerin hemen gerisinde, kimsenin tam olarak tarif edemediği şekilde yükselen o farklı ses, bazen bir çocuğun kısık bir fısıltısı, bir masalın yarıda kalmış cümlesi, kâğıttan kesilmiş bir elin isyanıydı… Total kontrolün gölgesinde, bazı sanatçılar kağıt ve kalemle kendi küçük devrimlerini yapıyorlardı. Sinemanın kenarında köşesinde duran, ama zamanla kendi dili ve ruhuyla konuşmaya başlayan animasyon, bu direnişin en yaratıcı biçimlerinden biri hâline geldi.

Bu yazımda, yalnızca Sovyetler Birliği’nden Polonya’ya, Çekoslovakya’dan Yugoslavya’ya uzanan çizgisel bir yolculuğu değil; bilinç ile bilinçdışının, rejim ile rüyanın birbirine dolandığı bir animasyon atlası oluşturacağım. Beraber inceleyeceğimiz filmler yalnızca hikâye anlatmıyor; bastırılan duygulara, susturulan düşüncelere, görünmeyen travmalara şekil veriyor. Çünkü dilimizin söyleyemeyeceği pek çok şeyi çizgiler ifade edebiliyor.

Bazı yönetmenler karakterlerini konuşturmaz; onların gözlerinden bir sistemin çöküşünü, düşlerin direnişini gösterir. Belki de bu yüzden, Doğu Bloku’ndan çıkan animasyonlar, sadece çocuklara değil, büyüyememiş ya da büyümeyi reddetmiş bütün ruhlara seslenir. Her karede biraz melankoli, biraz isyan ve çokça şiir gizlidir. Şimdi o karelere birlikte bakalım.

Ostrov / The Island / Ada (1974) – Fyodor Khitruk

İlk filmimiz olan Ada, 1974 Cannes Film Festivali’nde en iyi kısa film dalında ödül almayı başarmış bir kısa film. Filmin yönetmeni olan Fyodor Khitruk, Sovyet animasyonunun klasikleşmiş yapısal kalıplarını kıran öncül yönetmenlerden biri.  Özellikle 1960’lardan sonra ortaya koyduğu çalışmalarda, didaktik anlatıdan uzaklaşarak daha evrensel, insana dair temalara yönelen Khitruk, “Ada” ile birlikte olgunluk döneminin en karakteristik örneklerinden birini ortaya koymuş desek yanlış olmaz.

Ada’yı incelediğimizde, basit bir Robinson Crusoe hikâyesini andırsa da, aslında çok daha derin bir psikolojik ve toplumsal alegori olduğunu fark edebiliyoruz. Khitruk, diyaloğa hiç yer vermeden, karakterin rutin hareketlerini ve adadaki zaman döngüsünü kullanarak izleyicide derin bir melankoli yaratır. Anlatı ilerledikçe, karakterin yalnızlıkla kurduğu ilişki sıradanlıktan deliliğe doğru evrilir. İzleyici, yalnızca bir adamın değil, onunla birlikte insan olmanın ne anlama geldiğine dair bir sorgulamaya çekilir. Sade ama etkileyici çizgiler, dramatik değil sessiz bir atmosfer yaratır. Bu sessizlik, Sovyet döneminde sanatçıların yüzleşmek zorunda kaldığı sansürün de metaforik bir uzantısı olarak okunabilir. Çünkü bu ada, yalnızca fiziksel bir yer değil, aynı zamanda Khitruk’un yaşadığı rejim içinde kendi ifade alanıdır.

Ruka / The Hand / El (1965) – Jiří Trnka

Çek animasyon sinemasının kurucu figürlerinden biri olan Jiří Trnka, “The Hand” ile 60’lı yılların kaos içindeki Çekoslovakya’sında en ilgi çekici yapımlardan birine imzasını atmıştır. Aslında The Hand o kadar büyük bir etki yaratmıştır ki dönemin hükümeti tarafından hemen yasaklanmıştır. Ancak, tüm yasaklamaların ötesinde filmi bugün izlediğimizde, dünya genelinde özgürlük ve sanat üzerine yapılan en güçlü alegorilerden biri olarak kabul etmemek elde değil.

Sakin bir kasabada kendi halinde yaşayan bir seramik ustası, saksılar yaparak geçimini sürdürmektedir. Ancak bir gün, devasa bir el belirir ve ondan, yalnızca “lider”i yücelten heykeller yapmasını ister. Sanatçının karşı koyma çabası, giderek baskının, manipülasyonun ve nihayetinde yok edilişin hikâyesine dönüşür. “The Hand”, sanatsal ifade özgürlüğü ile otoriter baskı arasındaki çarpıcı çatışmayı merkezine alır. El, yalnızca fiziksel bir varlık değil; devletin, ideolojinin ya da sansürün ta kendisidir. Bu el, sanatçının hem emeğine hem de kimliğine sahip çıkmaya çalışır. Film boyunca baskı giderek artar, özgürlük alanı daralır ve sonunda kaçınılmaz bir yıkıma varılır.

Kukla animasyonla yaratılan bu evren, neredeyse gerçeküstü bir atmosfer sunar. Trnka’nın kuklaları, sınırlı mimiklerine rağmen duygusal derinlik taşır. Minimalist dekorlar ve hareketli kamera kullanımı, anlatının evrenselliğini daha da kuvvetlendirir.

La Faim / Hunger / Açlık (1974) – Peter Foldes

Listemizde, Cannes Film Festivali ödüllü olan bir diğer film, La Faim. Filmin yönetmeni olan Peter Foldes, aslında Macaristan doğumlu bir animatör. Ancak Avrupa’daki sanat eğitiminden sonra Kanada’ya yerleşen Foldes, burada deneysel animasyona yönelmiştir. Foldes’in filmlerinde genellikle evrensel bir anlatım dili göze çarpar; kaldı ki La Faim de bunun en somut örneği olmuştur. Hem teknik hem içerik açısından animasyon tarihinde ayrı bir yerde durur.

Filmde, günlük hayatın içinden sıradan bir adamı izleriz. Yavaş yavaş yemek yemeye başlar, sonra daha fazlasını ister. Doymaz. Tüketir, büyür, şişer, dönüşür. “Hunger”, görünürde bireysel bir oburluk hikâyesi sunar. Ancak aslında bu, modern insanın tüketimle kurduğu çarpık ilişkinin, arzuların sınırsızlaşmasının ve sistemin bu iştahı nasıl körüklediğinin görsel bir eleştirisidir.

Film, içerdiği görsel deformasyonlar aracılığıyla, insan bedenini soyut bir forma dönüştürür. Çizgiler sabit kalmaz; karakter sürekli erir, genişler, parçalanır. Bu biçimsel belirsizlik, aynı zamanda bireysel kimliğin kapitalist sistem içinde nasıl silindiğini ve birer “tüketim organizmasına” dönüştüğünü de simgeler.

“Hunger”, bilgisayar destekli animasyonun erken örneklerinden biridir. Film, Kanada Ulusal Film Kurulu (NFB) tarafından desteklenmiş ve zamanının çok ötesinde bir teknik başarıya imza atmıştır. Özellikle dönüşüm sahneleri, dönemin teknolojik imkânları düşünüldüğünde son derece etkileyicidir.

Skazka skazok / Tale of Tales / Masalların Masalı (1979) – Yuri Norstein

Sanırım, listenin en büyük filmlerinden biri, Sovyet yönetmen Yuri Norstein’a ait olan Tale of Tales. Filmin etki alanı öylesine geniştir ki , 1984 yılında Los Angeles Times tarafından “tüm zamanların en iyi animasyon filmi” olarak seçilmiş, Norstein’i uluslararası bir efsaneye dönüştürmüştür. Ancak bu tanınmışlık, kendi ülkesinde yaşadığı sansür ve destek eksikliğini hiçbir zaman telafi edememiştir. Norstein’in anlatısı, her anlamda bir “kaybedilmiş zamanın izinde”dir.

Benim için bu filmi özel kılan detayların başında, sizi filmin sonunda kendi hikâyenizle baş başa bırakacak bir etkiye sahip olması gelir. Bir kar fırtınası başlar. Duvarda bir çocuk resmi, bir masa, bir anne, bir elma. Arada dolaşan gri bir kurt. Animasyona öyle bir kitlenirsiniz ki anıların, rüyaların ve kayıpların iç içe geçtiği şiirsel bir kolajda bulursunuz kendinizi. Ne tam olarak bir hikâye anlatır ne de belirli bir zamana aittir.

Yuri Norstein’in bu başyapıtı, Sovyet halkının savaş sonrası hafızasını, parçalanmış aile yapısını ve silikleşmiş geçmişini çocukluk imgeleriyle buluşturur. Filmdeki kurt figürü, zaman zaman tehditkâr, zaman zaman melankolik bir izleyici gibidir. Bu figürün sessiz varlığı, çocuklukla yetişkinlik arasında sıkışmış bir anlatıcının gözünden yaşananları yansıtır.

Norstein, animasyonunu katman katman cam levhalar üzerinde gerçekleştirmiştir. Bu teknik, izleyiciye hem derinlik hem de rüya benzeri bir görsel akış sunar. Her kare özenle resmedilmiş, geçişler adeta bilinç akışıyla kurulmuştur. Film, klasik hikâye beklentisini yıkarken, izleyicinin bilinçaltına seslenir. Öyle ki Norstein, Iskusstvo Kino dergisinde filmin “yaşama gücü veren basit kavramlarla ilgili” olduğunu yazmıştır.  

Labirynt / The Labyrinth / Labirent (1962) – Jan Lenica

Polonya animasyonunun en öncü ve radikal isimlerinden biri olan Jan Lenica, “Labirynt” filmiyle yalnızca politik değil, aynı zamanda estetik bir başkaldırının da örneklerini sunmuştur izleyenlerine. Lenica’nın kariyerine baktığımızda bu filmin, onun Avrupa ve Amerika pazarında da duyulmaya başlayan bir grafiker olduğunu söylemek mümkün.

“Labirynt”, Franz Kafka’nın “Dava”sını ya da “Şato”sunu anımsatan bir atmosferde, bireyin sistem içinde yönünü, benliğini ve özgürlüğünü kaybetmesini işler. Kapalı bir mekânda uyanan bir adam, kaçmaya çalışır. Koridorlar daralır, geçitler tıkanır, kapılar sürekli aynı yere açılır. Labirent deyince aklınıza sadece mekânsal bir karmaşa gelmesin. Bu film, ismini ruhsal bir çıkmazdan alır.

Jan Lenica’nın kolaj tekniğiyle oluşturduğu animasyon, klasik çizimden uzak, deneysel ve tedirgin edici bir estetik sunar. Figürler kes-yapıştır hissi uyandırır; bu, gerçekliğin kopukluğunu, parçalanmış kimliği ve yapay düzeni temsil eder. Sessizlik, yalnızca sesin eksikliği değil, bastırılmış çığlıkların gölgesidir.

Film boyunca karakter, bir yön bulmaya çalışır; ancak her yol ya kapalıdır ya da aynı döngüye çıkar. Bu durum, totaliter rejimlerde bireyin varoluş mücadelesini anlatan güçlü bir metafordur. Sonunda karakter, tıpkı izleyici gibi kendi üzerine döner. Dış dünyadan kaçış yoktur; labirent aslında içeridedir.

Možnosti dialogu / Dimensions of Dialogue / Diyaloğun Boyutları (1982) – Jan Švankmajer

Sürrealist akımın animasyondaki en güçlü temsilcilerinden biri olan Jan Švankmajer, “Dimensions of Dialogue” ile uluslararası alanda büyük ilgi görmüş, özellikle Avrupa’daki avangard sinema çevrelerinde kült statüsü kazanmıştır. Bugün, 90 yaşını devirmiş olan Švankmajer, sanatıyla hem bilinçdışını hem de rejimlerin bastırdığı düşünsel alanı serbest bırakan bir sinemacı olarak anılır.

Film, iletişimin mümkünlüğü kadar imkânsızlığını da gösteren, grotesk bir karşılaşmalar üçlemesidir. Jan Švankmajer, bu kısa filminde dilin, kimliğin ve bedenin sürekli olarak çözülüp tekrar inşa edildiği bir evren kurar. İki baş, birbirini çiğneyerek tek bir forma dönüşür. Ardından kaşıklar, diş fırçaları, insan parçaları ortaya saçılır.

Filmin üç bölümünde diyalogun farklı biçimleri ele alınır: yıkıcı, ideal ve kişisel. İlk bölümde bireyler birbirlerini yok ederek birlik olurken, ikinci bölümde aşırı uyum monotonlaşmayı getirir. Son bölümde ise ilişkisel iletişim, giderek parodiye dönüşen bir anlaşmazlıkla yıkıma uğrar. Böylece film, insan ilişkilerinin sürekli bir çelişki ve yeniden yapılanma döngüsünde olduğunu ortaya koyar.

Stop-motion tekniğiyle yaratılan grotesk imgeler, fiziksel olduğu kadar simgesel bir dehşet yaratır. Obje ve bedenin yer değiştirdiği bu anlatım tarzı, izleyiciyi rahatsız ederek düşündürür. Film, yalnızca iletişimi anlatmaz, aynı zamanda onu sorgular.

Muha / The Fly / Sinek (1980) – Ferenc Rofusz

Bu ismi ilk duyduğumda, aklım 1986 yapımı The Fly filmine gitti. Ancak tabii ki iki film arasında hiçbir bağlantı yok. Macar yönetmen Ferenc Rofusz, bu filmle 1981’de En İyi Kısa Animasyon Oscar’ını kazanmış. Ancak ilginçtir ki ödülü almak için Los Angeles’a gitmesi, rejimin izni olmadan yurtdışına çıkmak anlamına geldiği için ülkesiyle sorunlar yaşamasına neden olmuştur. “The Fly”, hem estetik bir başarı hem de dönemin birey-devlet ilişkilerine dair sessiz ama çarpıcı bir eleştiri olarak okunabilir.

Filmde, sadece birkaç dakika boyunca bir sineğin gözünden dünyayı izleriz. Ama bu birkaç dakika, özgürlüğün, korkunun ve hayatta kalma mücadelesinin tamamına dönüşür. “The Fly”, neredeyse tamamen öznel bakış açısından anlatılan, deneysel ve hipergerilimli bir kısa film.

Bir insanın elinden kaçmaya çalışan sinek, önce bir evin içinde dolaşır, camlara çarpar, ışıklardan kaçar, sonunda ezilir. Ancak burada mesele bir böceğin ölümü değil, onun üzerinden kurulan psikolojik ve hatta politik baskı metaforudur. Rofusz, dar alanlarda sıkışmışlık hissiyle izleyicinin soluk alışını bile boğazına dizen bir atmosfer yaratır. Filmin teknik başarısı özellikle dikkat çekicidir. Kamera hareketleri, gerçek zamanlı sinema duygusunu animasyonla birleştirir. Hızlı geçişler, bulanık açılar ve aniden ortaya çıkan tehlikeler, izleyiciyi bizzat “sinek” haline getirir.

İncelemeye ve Araştırmaya Devam

Listemizi tamamladık; ancak bu yönetmenleri ve animasyoncuları biraz daha araştırdığımızda, aslında izlenmesi gereken pek çok animasyon film daha olduğu aşikar. Doğu Bloku ve Sovyetler’in animasyon sineması, sadece birer ideolojik üretim değil; baskının, sansürün ve sınırların içinden sızan özgün bir estetik direniştir. Bu coğrafyalarda üretilen animasyonlar, çoğu zaman konuşmadan, ama her zaman çok şey söyleyerek var olmuşlardır. Küçük detaylara, durağan zamana, el emeğine ve görsel düşünceye duyulan bu özen; çağdaş dijital anlatılarda giderek yitirilen bir sinema anlayışını hatırlatır. Her film, devletin çizdiği çerçevenin içinde değil, o çerçevenin kıyısında, hatta çoğu zaman tam dışında nefes alır. Ve belki de tam bu yüzden, bu animasyonlar hâlâ canlıdır; çünkü sadece anlatmazlar—düşündürür, hisseder, düş görürler. Rüyalarla rejimlerin çatıştığı bu sessiz ama sarsıcı kareler, sinemanın en çok da özgürleştiren tarafını gösterir bize.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir