Alin Taşçıyan ile 15. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Üzerine Söyleşi

Yazan: Gamze Çakan

Bağımsız Sinema olarak bu yıl 15. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin medya sponsoru olmanın heyecanını yaşıyoruz. Festivalin odağı sinema ile adalet temalarını bir araya getirerek kültürel ve toplumsal tartışma alanları açmak; akademik programı ve uluslararası iş birlikleriyle de izleyiciye zengin perspektifler sunmak üzerine kurulu. Bu kapsamda festivalin Program Direktörü Alin Taşçıyan ile bir araya gelerek, festivalin doğuşundan günümüze yolculuğunu, seçki sürecini, akademik programın önemini ve bu yılki teması “Yaşam Hakkı”nı konuştuk. Keyifli ve samimi sohbetimizde Taşçıyan, festivalin tutkusunu, zorluklarını ve unutulmaz anılarını bizimle paylaştı.

ICAPFF, sinema ve adalet temalarını bir araya getiren, bu kavramlar üzerine kültürel ve toplumsal tartışma alanı açan bir festival. Sizin festivalle yolunuz nasıl kesişti?

15 yıl önce festival fikri ortaya çıktığında arkadaşlarım, beni mutlaka Adem Hoca ile tanıştırmak istediklerini söylediler. İstanbul Üniversitesi’nin girişindeki, hocaların yemek yediği restoranda bir toplantı yapıldı. O dönem Milliyet’te çalışıyordum, televizyon programı vardı, başka festivallerde görev alıyordum… Yoğunluğum bugünkünden bile fazlaydı. Bu nedenle toplantılara daha çok bir danışma kurulu üyesi gibi katıldım. Sonrasında yollarımız hep kesişti. Festivale giderdim, bir yıl jüri üyesi oldum. Birilerini davet etmek istediklerinde aracı olurdum, jüri üyesi önermemi isterlerdi. Dostane bir ilişkimiz vardı. Yurtdışı festivallerde de sık sık karşılaşırdık. Bengi de her zaman birlikte çalışmak istediğini çok tatlı bir şekilde dile getirirdi ama ben o dönem elimdekileri bırakacak durumda değildim. En sonunda, “Artık zamanı geldi” dediğim bir noktada, bu dostluğun doğal bir devamı olarak profesyonel olarak birlikte çalışmaya başladık.

ICAPFF’in odağı hep suç, ceza ve adalet oldu. Sizce sinema bu konuları tartışmak, hatta insanların düşünme biçimini değiştirmek için nasıl bir alan açıyor?

Aslında bu alan hep var. Diğer festivallerde de var. Ama orada beni rahatsız eden bir tutarsızlık oluyor. Bir yanda çok iyi seçilmiş feminist bir filmi gösteriyorsun, öte yanda dünyanın en sevimsiz, açıktan mizojin bir film aynı programda duruyor. Türkçe tabirle “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” Benim hoşlanmadığım şey bu. ICAPFF’te böyle bir çelişki yok, baştan sona bir tutarlılık var. Herkes konjonktürü izliyor, bu doğal. Ama konjonktürü izlemekle gerçekten anlamak arasında fark var. Mesela çok iyi yönetmenler Filistin’le ilgili harika filmler çekti; hepsi çok değerli, çok beğendiğim işler. Ama Gazze’nin içinde, o koşulların ortasında çekilen filmlerle aynı kefeye koyamam. Orada kimse “hikâye anlatmıyor” Bu başka bir gerçeklik. Bizim festivalin önemsediği de bu: kaynağa inmek, yerinde görmek, hakikatin kendisiyle temas kurmak. Bu yıl Adalet Savunucusu Ödülü’nü alan ve jüri üyemiz olan Rashid Masharawi’nin yaptığı iş tam olarak böyle bir şey. Yıllar önce Roma’da MedFilm Festivali’nde tanışmıştık, sonra Malatya’da yollarımız kesişti. Türkiye’ye her zaman gelemedi ama bağımız hep sürdü. Bu sene geliyor. Kurduğu fonla Gazze’ye hem maddi destek hem ekipman hem de insan kaynağı ulaştırdı. Oradaki sinemacıların, yaşadıkları koşullar ne kadar zor olursa olsun, kendi hikâyelerini kendi dilleriyle anlatmalarını sağladı. Bu bana göre eşsiz bir şey. Bu hakikilik ve sahicilik varken ben önceliği buna veririm, festival de aynısını yapıyor. Diğer filmleri elbette severek gösteririm, uygun bir bağlam olduğunda yerleri ayrı. Ama benim odaklandığım esas yer burası. Festivalin farkı da bu diyebilirim.

Bu festivalin en farklı yanlarından biri akademiyle çok sıkı bağ kurması. Hukukçular, sosyologlar, kriminologlar derken oldukça zengin bir tartışma alanı oluşuyor. Bu akademik bağ festivale nasıl bir katkı sunuyor sizce? 

Akademinin festivalde yer alması, onların filmleri izlemesi ve izleyicinin onlarla temas kurabilmesi çok ufuk açıcı. Hele öğrenciler için… Çünkü sonuçta geleceğimizden bahsediyoruz. Hukuk okuyan gençlerin önemi büyük, bu alan öyle rastgele seçilip de kolayca bitirilebilecek bir bölüm değil. Mezun olanlar gazeteci de oluyor, politikacı da oluyor, hukukçu da oluyor. Yasama ve yargı açısından hukukçuların rolü çok kritik. Bu nedenle gençlerin daha bilinçli olması, muhakeme etmeyi öğrenmesi, sadece kendi süreçleriyle değil insani ve uluslararası perspektifle bakmayı geliştirmesi çok kıymetli. Mesela VisionIST… Sinema ile akademinin daha net kesiştiği, herkesin ulaşabildiği bir platform olsun istedim. Pek çok festivalde endüstri bölümü vardır; fonlar, atölyeler… Bunlar elbette yararlı ama bizim temel işimiz bu değil. Bizim için asıl mesele, projeyi geliştiren kişinin ufkunu nasıl açabileceğimiz. Çok iyi örnek filmler var, onları programa koyup tartıştırmak istiyorum ama bunu da uzmanıyla yapmak gerek. Filmin konusu neyse, o alanın uzmanı konuşsun, biz eleştirmenler kendi bildiğimiz kadarını tartışalım. Bu kesişme noktası gerçekten çok güzel bir alan oluşturuyor. Akademisyenler, gazeteciler, öğrenciler, sinemacılar bir araya geliyor. Katılım konusunda da hiç kaygım yok, geçen yıl tüm oturumları kaydedip YouTube’a koyduk. İsteyen herkes izleyebiliyor. Böylece ortaya çok zengin bir referans alanı çıkıyor ve bu da festivalin değerini büyütüyor.

Rashid Masharawi
Festivalin bu yılki Uluslararası Akademik Program teması “Yaşam Hakkı”. Son yıllarda program temalarının daha evrensel bir yere doğru evrildiğini görüyoruz. Sizce bu değişimin nedeni ne?

“Yaşam Hakkı”… Bu tema zaten bu yılki filmlerin çoğunda kendiliğinden var. Özellikle Filistin filmlerinde, soykırım yaşayan bir halktan söz ettiğimiz için mesele doğrudan yaşama hakkına bağlanıyor. Bu yılın seçkisinde bunu çok çarpıcı biçimde ele alan filmler var. Ama ben bunun yanında bir de ters köşe bir başlık açmak istedim: “Yeryüzü Hepimizin” Çünkü “Yaşam Hakkı”, yani Right to Life, çoğunlukla insan hayatı üzerinden konuşulan bir kavram. Oysa doğanın, canlıların yaşam hakkı da var. Bu nedenle doğayı korumak için beklenenden fazlasını yapan iki kişinin hikâyesini anlatan bir belgeseli de bu bölümde değerlendirdim. Biri sulak alanlar yok olmasın diye kendi kendine sulama yapan, ormanda tek başına çalışan biri. Diğeri zehirlenmiş bir kartal bulup failini adeta dedektif gibi iz sürerek ortaya çıkaran bir kadın. Yaptıkları şeyin önemi çok büyük. Bu filmi izlediğimde aklımdan geçen şu oldu: Ne kadar insan merkezliyiz. O yüzden tematik bölümde böyle bir ters köşe yapmak, izleyiciyi başka bir yerden düşündürmek hoşuma gidiyor. Diğer filmlerde elbette insanların yaşam mücadelesi var, hatta çoğu doğrudan yaşama hakkıyla ilgili. Ama tema bölümünde kavramı biraz kıvırıp genişletmek, seyirciye farklı bir bakış açısı sunmak değerli geliyor bana.

Program Direktörü olarak sizin seçki oluşturma süreciniz nasıl işliyor? Filmleri izlerken “tamam, bu festival ruhuna uygun” dedirten şey ne oluyor? Sinema eleştirmenliği deneyiminiz, festival programını oluştururken size nasıl bir göz kazandırıyor?

Yıllardır festivalleri tarayarak çalışıyorum ama tematik bir festival olunca biraz daha dikkatli davranmak gerekiyor. Biz yılın sonunda yapıyoruz festivalimizi, dolayısıyla takvim şöyle işliyor: Festival biter bitmez yeni yılın seçkisi için taramaya başlıyorum. İlk büyük durak Berlin ama ondan önce Sundance ve Rotterdam’a bakıyoruz. Sundance’ın iyi filmleri genelde Berlin ya da Cannes’a da gider, o yüzden orada ne döndüğünü bilmek önemli. Tabii ana yarışma filmleri bizim için olmazsa olmaz değil. Karşı değilim ama çoğu bizim yarışma ruhuna uymaz. Yine de bu sene mesela Berlin’de Gümüş Ayı alan bir Çin filmini, Living the Land‘i aldık, öyle şeyler oluyor. Sürekli her şeyi tarıyorum. Uzun listeler çıkarıyoruz. İzleyebildiklerimizi izliyoruz, izleyemediklerimizin satış temsilcileriyle görüşüp screener istiyoruz. Screener geldikçe izliyoruz. Sonra yavaş yavaş kısa liste oluşuyor. “Bu bize gider, bunu yarışmada isteriz, bunu bekleyelim” diye notlar alıyoruz. Ama nihai kararları genelde Cannes sonrası veriyoruz. Bazen Berlin’de olağanüstü bir şey görünce “Tamam, bunu kesin isterim” dediğim de oluyor. Selanik’e gidiyorum, belgesel festivallerine gidiyorum… Her yerden besleniyorum aslında. Böyle izledikçe bazı temalar kendini göstermeye başlıyor. Geçen sene festivalin ortasında bir baktım, gazetecilikle ilgili bir sürü film birikmiş. “E tamam, bundan bir panel çıkar” dedik.

Living the Land

Adem de “4. Kuvvet Direniyor” diye güzel bir başlık attı. Her şey birbirini besliyor yani. Bu sene mesela gazetecilikle ilgili hiç film yoktu. Bazı yıllar böyle kümelenmeler oluyor, bazı yıllar olmuyor. Bu sene neredeyse “Adalet” başlığını koyamayacak hale geliyorduk. Buna rağmen geleneği de bozmak istemedim. Bir baktım Raoul Peck’in Orwell belgeseli var: Orwell: 2+2=5, bomba gibi. Ukrayna’da geçen Timestamp var, çok beğendim. Orwell zaten yıllar önce yazmış ama bugünün distopyasını görmüş gibi. Ukrayna-Rusya meselesinin tarihsel köklerini anlatan işler var. Hepsi bugünün dünyasına dokunan şeyler.

Bir de ilham veren insanlar… Mesela Manizha Bakhtari. Afganistan’ın Viyana büyükelçisi. Taliban ülkeyi alınca devlet ortadan kalkıyor ama kadın vazgeçmiyor. “Ben halkımı temsil edeceğim” diyor. Dünyanın dört bir yanında Afgan göçmenlerin örgütlenmesine öncülük ediyor, fon topluyorlar, çocukların eğitimine destek oluyorlar. Gerçek anlamda adalet mücadelesi bu. Filmdeki hikâyesini görünce “Bunu göstermem lazım” dedim. Çünkü bazı şeylerin unutulmaması gerekiyor. Bir yandan da insan olarak, kadın olarak çok sinir bozucu şeyler bunlar. O öfkeyi taşıyorsun ama meseleleri iyi anlatan bir filmle karşılaşınca “Tamam, bu yerini bulmalı” diyorsun. İzleyici her zaman aynı tutkuyu taşımıyor tabii, ama o başka bir konu.

Nil Kural, Prof. Dr. Adem Sözüer, Prof. Dr. Bengi Semerci, Alin Taşçıyan

Peki, festivalin omurgasını birlikte taşıdığınız iki isim var: Prof. Dr. Adem Sözüer ve Prof. Dr. Bengi Semerci. Onlarla çalışmak nasıl bir deneyim? Onların vizyonu sizin program oluşturma sürecinizi nasıl etkiliyor?

Aslında Bengi tam anlamıyla bir festivalci gibi çalışıyor. Bazen gerçekten “Bu kadar yoğunlukta bunu nasıl başarıyor?” diye şaşırıyorum. Çünkü hiçbir zorunluluğu yok, tamamen tutkuyla, inanarak yapıyor. Film izlemeyi seviyor, festivalin meselelere yaklaşımını önemsiyor… Bu, neredeyse kendi başına topluma bir kültür yatırımı. Hani yıllar önce Nejat Eczacıbaşı’nın İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nı kurma motivasyonu neyse, Bengi’nin yaklaşımı da bana onu hatırlatıyor.

Adem de aynı şekilde. Hukuk Fakültesi’nin himayesinde başlayan bir festivaldi bu, şimdi onun emekliliğiyle birlikte Bilgi Üniversitesi’ne taşındı. Akademik programın üniversite çatısı altında olması, festivale ayrı bir derinlik katıyor. Adem’in yoğunluğu, başka uğraşları çok ama yine de çok yakından takip ediyor. Ben de bu iki farklı bakıştan inanılmaz besleniyorum. Bence bu, yani sinemayla akademinin aynı masada durduğu nadir alanlardan biri olması, festivalin en kritik artılarından biri.

Bu kadar büyük bir festivalin arkasında doğal olarak zorluklar da vardır. Siz en çok nerelerde güçlük yaşıyorsunuz, bunları nasıl aşmayı başarıyorsunuz?

Açık söylemek gerekirse fedakârlıkla. Çünkü para yok. Çok basit bir denklem bu. Paranız olsa salon tutarsınız, lojistiği kurarsınız, açılış-kapanışı istediğiniz mekânda yaparsınız… Ama yok. Mesela bu yıl Cemal Reşit Rey kapalı, dolayısıyla orayı kullanamıyoruz. Bin kişilik salon bulmak zaten kolay değil. Yine de Beyoğlu Sineması imdadımıza yetişti. Ben o salonu çok severim, eskisinden de severdim, şimdi de seviyorum. Küçük olsun ama ruhu olsun. Zaten bana kalsa kırmızı halı kültürünü komple kaldırırım. Gerçekten sevmiyorum. İnsanlar bayılıyor tabii, giyinip kuşanıp yürümek, pozlar falan… Bir çeşit fetiş artık. Bunun sebebi de belli. Siz de bir sinema platformusunuz, bilirsiniz. Bir televizyon kanalı geldiğinde kamera ilk güzel oyuncuyu arar. İnsanların izlemek istediği şey bu. Ama işin trajikomik yanı, filmin kendisi unutuluyor. Bir örnek vereyim: Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında yarıştığı yıl, herkes filmle ilgili büyük heyecan içindeydi. Türkiye’ye döndüğümde konuştuğum kişilerden biri “Nurgül’ün sarı elbisesi nasıldı?” dedi. Film yok, yönetmen yok, tartışmalar yok… Elbiseye sıkışmış bir hafıza. O kadar tuhaf ki. Nurgül dünyanın en güzel kadınlarından biri, ister sarı elbise giysin ister çuval, fark etmez. Ama festival konuşulurken akılda kalan şeyin bu olması beni hâlâ şaşırtır. Kısacası gerçek güçlük finansman, kalanı da insanlığın bitmeyen gösteri merakı. Biz de bütün bunların arasında festivali ayakta tutmaya çalışıyoruz.

Gamze Çakan, Alin Taşçıyan

Festivalin farklı kurum, platform ve meslek örgütleriyle yaptığı iş birlikleri sizin için ne ifade ediyor? Bu ortaklıkların festivale kattığı değeri nasıl görüyorsunuz?

Her iş birliği aslında yeni bir kapı açıyor. Yurt dışındaki kurumlarla çalışmak da buna dahil. Onlardan bir film ya da bir konuk istiyorsun, onlar başka bir şey öneriyor. Karşılıklı bir alışveriş oluyor ve çok güzel işlere evriliyor. Dünyanın her yerinde kültür-sanat alanı böyle yürüyor zaten. Meslek örgütleriyle temas da çok kıymetli. Mesela geçen sene Çetin Tunca’ya Sinemaya Katkı Ödülü verdik… Türkiye sinemasında şu an yaşayan en kıdemli görüntü yönetmeninden söz ediyoruz; çok tatlı, çok sinema sever bir insan. O anda dedim ki Görüntü Yönetmenleri Derneği mutlaka işin içinde olmalı. Genç bir kuşak var: Barış Özbiçer, Meryem Yavuz… “Gelin, bu buluşmanın parçası olun” dedim. Hatta söyleşiyi Meryem’in yapmasını istedim; ustayla genç kuşağın yan yana gelmesi çok anlamlıydı. Bu sene de Yorgos Arvanitis geliyor. Theo Angelopoulos’tan Catherine Breillat’ya, Costa-Gavras’tan Jules Dassin’e herkesle çalışmış biri. 113 film. Yine meslek örgütlerine haber verdim: “Arkadaşlar, bu fırsatı kaçırmayın, gelin.” dedim. Kurgucular Dayanışması (KUDA) da bu yıl bir etkinlik yapmak istedi. Onlara “Öyle kuru bir eğitim olmasın, kurgucu yetiştirecek atölye istemem,” dedim. Ama elimizde çok ilginç bir film vardı: Slovakya’nın Oscar adayı Baba. Özellikle mahkeme sahnesinin kurgusu olağanüstü. Onlara “Buyrun, size case study: Filmi analiz edin, kurguyu konuşun” dedik. Filmi gönderdik, akıllarına yattı ki, bir itiraz gelmedi.

Tüm bu iş birlikleri festivale başka bir katman ekliyor. Akademik programda da aynı şekilde… Mesela İran sineması üzerine çok ilginç bir sunum vardı; hemen seçip VisionIST bölümüne aldık. İran’la ilişkili olunca adalet meselesi de devreye giriyor. İsveç de bu yıl önemli bir film önerdi; Hammarskjöld. Nobel Barış Ödülü sahibi politikacılar üzerinden bir hikâye. Kolonyalizm sonrası barış çabalarını anlatıyor ama arkada farklı katmanlar da var. “Bunu öylece göstermeyelim; mutlaka tartışmasını açalım.” dedik. Bir panel çıkardık. Kısacası, doğru iş birlikleri hem festivalin omurgasını güçlendiriyor hem de filmlerin etrafında gerçek bir düşünce alanı yaratıyor.

Son olarak festivalde unutamadığınız özel bir anınız var mı? Böyle festivaller genelde beklenmedik anlarla dolu olur.

Profesyonel olarak çalışmaya başlamadan önce bana “Sinemaya Katkı Ödülü” vermişlerdi. Hayatımın en beklenmedik, en güzel sürprizlerinden biriydi. Çok erken bir dönemde böyle bir destek görmek insana başka bir özgüven veriyor. Bir de yıllar önce düzenlediğimiz çok özel bir panel vardı; Türkiye sinemasında kuir temsilleri üzerine. (Toplumsal Algıdan Sinemaya: Cinsel Yönelim ve Kimlik) Ayta Sözeri vardı, Ivan Madeo vardı, ben vardım… Atlas Sineması’nda yapmıştık. O dönem Türkiye’de bu konuların konuşulabildiği, tartışılabildiği bir alan vardı. Ne bu kadar ağır bir homofobi ortamı vardı, ne dünyanın başka yerlerinde koşullar bugünkü kadar sertti. Putin henüz genç eşcinselliğini kriminalize eden yasayı çıkarmamıştı, Amerika’da Trump dönemi bile başlamamıştı. Dünyayla Türkiye’nin aynı anda daha açık bir yerden konuşabildiği bir zamandı yani. Panel muazzamdı. Sunumlar iyiydi, tartışmalar iyiydi, izleyici salonu ise dopdoluydu. Atlas’ın birinci perdesi düşün; arka sıralara kadar tamamen dolmuştu. Gözümün önünden gitmeyen bir şeydir bu. Çünkü o doluluk, o merak, o açıklık… Bir festivalcinin içini ısıtan şey tam olarak budur. Şimdi bazen aynı tür filmlere izleyici bile gelmiyor. Zaman değişti, alışkanlıklar değişti. Ama o günkü enerji hâlâ aklımda duruyor; hatırlayınca bile insanın içi açılıyor.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir