Sofia Coppola Sinemasında Kadın, İzolasyon ve İletişimsizlik

Yazan: Elif Türkan Erışık

Film endüstrisi başından beri, ataerkil toplum anlayışını popüler kültür ve sanata yansıtarak, normlaştırmış ve genel izleyiciye pazarlamıştır. Film noir’ın bencil ve bağımsız kadını kötüleyen “femme fatale” tiplemesinden, Bond kızlarına; çocuksu iyimserliği ve acayipliğiyle erkek ana karaktere yol göstermeyi hayat amacı edinmiş Manic-Pixie-Dream-Girl’lerden, müstehcen kamera açılarıyla Transformers’da bir seks objesine indirgenen Megan Fox’a, popüler sinemada kadının rolü sıklıkla erkek bakış açısına tabi tutulmuştur.

Bu bağlamda, özellikle Hollywood’da kadın yönetmenlerin tek bir elle sayılacak kadar az olmasına ve bir Tarantino veya bir Nolan’a tekabül edecek kadar bilindik bir kadın sinemacının yokluğuna şaşmamalı. Her ne kadar geçtiğimiz yıllarda bu durumun farkındalık kazanmasıyla kadın senarist ve yönetmenlere hem ana akım hem de bağımsız sinemada daha sık yer verilse de (Lady Bird, Little Women, Portrait of a Lady on Fire, The Farewell), endüstri genelinde cinsiyet eşitliğinin sağlanması için katedilecek daha çok yol var. Tam da bu nedenle Sofia Coppola ‘nın, genç kız ve kadınların iç dünyasını ele alan filmleriyle bir kadın yönetmen ve senarist olarak bağımsız sinemada bir yer edinmiş olması kayda değer bir başarı.

Coppola ismi tanıdık geldiyse şaşırmayın, kendisi efsanevi yönetmen Francis Ford Coppola’nın kızı ve hatta “The Godfather” üçlemesinin son filminde Al Pacino’nun kızını canlandırmış. Ne var ki filmdeki performansının bir hayli eleştirilmesi sonucu, Coppola oyunculuğu bırakıp film yazar ve yönetmenliğiyle ilgilenmeye başlamış. Yönetmen koltuğuna oturduğu ilk filmi ise senaristliğine de üstlendiği, Jeffrey Eugenides’ın romanından uyarlanan kült klasiği “The Virgin Suicides”. Film, 70’lerin sonunda, aşırı korumacı aileleriyle baş etmeye çalışan 5 kız kardeşin gençliğini konu alıyor. Kız kardeşlerin iç dünyasını, bilhassa gençkızlığın burukluğunu beyazperdeye ilk defa “The Virgin Suicides”la yansıtan Coppola, yönetmenlik kariyeri boyunca gençkızlıktan kadınlığa geçişi, kadınların gözünden yalnızlığı, aşk ve şehveti ele almaya devam ediyor. Bunları göz önünde bulundurarak, şu zamana kadar çekilmiş yedi uzun metraj Sofia Coppola filmini, sizleri beyaz perdede görmeye alışık olmadığımız hikayeleri izlemeye davet etmek adına, en çok etkilendiğimden en az beğendiğime göre sıraladım.

7- On The Rocks (2020)

Sofia Coppola

Listeye sondan başlıyoruz. Son sıraya Bill Murray ve Rashida Jones’un baba kızı canlandırdığı, Coppola’nın en son filmi “On The Rocks”‘ı uygun gördüm. Film, New York’ta yaşayan evli yazar Laura’nın (Jones), kocasınn onu iş arkadaşlarından biriyle aldatmasından şüphelenmesiyle, çapkın babasıyla olan ilişkisini yenilemesini konu alıyor. Babası, kendi hayatına dayanarak erkeklere dair cinsiyetçi söylemleriyle Laura’nın evliliği hakkındaki şüphelerini arttırır ve ikili gizlice Laura’nın kocasının peşine takılır. Birlikte zaman geçirdikçe baba kız arasındaki eski yaralar ve anılar yüzeye çıkar ve Laura kendi evliliğine gelince babasına ne kadar güvenmesi gerektiğini zor yoldan öğrenir. Bir nevi yetişkin bir ergenlik filmi: Laura’nın hayatında çıkmaza girmiş gibi hissettiği zaman her ne kadar kusurlu olsa da babasınn sağduyusuna güvenmesi ve en sonunda kendisinin ondan çok daha farklı bi hayat kurduğunun farkına varması… Ayrıca sinematografisi adeta New York’a bir aşk mektubu. Ne var ki Coppola’nın filmografisindeki diğer filmlere kıyasla vasat kalıyor.

6- The Bling Ring (2013)

Sofia Coppola

Sırada Amerikan aksanlı bir Emma Watson’nın başrolde olduğu, Los Angeles, Calabasas çevresindeki ünlülerin evlerini soyan arkadaş çetesini konu alan satirik komedi-suç filmi The Bling Ring var. Gerçek hayattaki “Hollywood Hills Burglar Bunch” çetesinden esinlenilerek yazılmış film, şan ve şöhret peşinde koşan bir grup gencin, imrendikleri ünlülerin adreslerini internetten bulup, evlerini soymalarını konu alıyor. Her ne kadar çaldıkları kıyafet ve eşyalarla özendikleri Hollywood yaşam tarzını taklit etmeye çalışsalar da işlerin bir yerden sonra sarpa sarmasıyla çete yakalanıyor. The Bling Ring benim izlediğim ilk Sofia Coppola filmi; ve hatta kendi rızamla izlediğim ilk bilindik bağımsız sinema filmi bile olabilir. Mükemmel bir filmden uzak olmakla beraber, oyuncu kadrosu, müzik ve sinematografisi başarılı. Şu zamana kadar bile Sleigh Bells’ın “Crown On The Crowd” şarkısını Emma Watson’un kulüpte dans ettiği sahneyle bağdaştırmam bir tesadüf olamaz. Buna rağmen sözde satirik olması gereken bir film için celebrity kültürü eleştirisi zayıf kalıyor. Los Angeles’a özgü lüks-takıntılı, şan ve şöhret için – suç işlemek de dahil – her şeyi yapmaya hazır Hollywood zihniyeti üzerinde dursa da, “The Bling Ring” çetedeki gençlerin gülünçlüğünü ortaya koymaktan öteye gitmiyor. Evi soyulan ünlülerden biri olan Paris Hilton’nun film ekibine, set olarak kullanılması için evini açmasına şaşmamalı.

5- Somewhere (2010)

Sofia Coppola

Los Angeles’ta geçen bir diğer Coppola filmi ise onu ziyaret etmeye gelen 11 yaşındaki kızının gözünden, varoluşsal endişeleriyle baş etmeye çalışan bir Hollywood yıldızının yaşamını ele alan Somewhere. Kısmen, Coppola’nın dünyaca ünlü bir film yönetmeninin kızı olarak deneyimlediklerinden esinlenen Somewhere, “The Bling Ring”‘in aksine, şan ve şöhretin yüzeyselliğini ve var ola getirebileceği yalnızlığı yansıtmaktan kaçınmıyor. Stephen Dorff ve Elle Fanning’in baba kızı canlandırdığ film, ikilinin meşhur Chateu Mormont otelinde birlikte geçirdikleri zamanı ve kızıyla zaman geçirdikçe sorumluluk sahibi olmayı öğrenmek zorunda kalan bir babayı ele alıyor. İki çocuk annesi olan Coppola, filmin üzerinde bir hayli durduğu ebeveyn-çocuk ilişkisini kendi hayatından esinlenerek yazmış. Minimalist sinematografisi ve yalın kurgusuyla da dikkat çeken Somewhere Hollywood’un gösterişinin altında yatan melankoliyi filme başarılı bir şekilde yansıtıyor. Coppola’nın filmografisinde en çok öne çıkan projesi olmasa da sade anlatımı ve kusursuz çekimleriyle akıllara kazınan bir film.

4- Marie Antoinette (2006)

Sırada Avrupa tarihinin en ünlü tarihi figürlerinden birinin gençlik hikayesini ele alan Marie Antoinette var. Belki de görsel olarak en çarpıcı Coppola filmi olan Marie Antoinette, biyografik ve tarihsel doğruluktan çok, çocukluktan gençliğe geçerken bir sonraki kralla evlendirilerek, kraliçe ilan edilen Marie Antoinette’ın duygusal iç dünyası üzerinde duruyor. Kirsten Dunst çoğumuzun “ekmek yoksa, pasta yesinler” sözünden tandığı Antoinette’ın çocuksu saflığını performansında ortaya çıkararak esasında yanlış anlaşılmış ve tarihte yanlış tanıtılmış genç bir kadın olan Fransa kraliçesine sempati duymamızı sağlıyor. Film aynı zamanda pastel renklerine bürünmüş Rococo stili elbise ve peruklarıyla da öne çıkıyor (I Want Candy montajını kim unutabilir ki?). The Duchess’dan çok The Virgin Suicides’a benzerlik gösteren Marie Antoinette’le Coppola bize, 18. yüzyıldaki bir Fransız kraliçesinin iç dünyası ve büyüme sancıları üzerinden genç kızlığa geçişin ve büyümenin burukluğunun evrensel bir deneyim olduğunu hatırlatıyor.

3- The Virgin Suicides (1999)

Üçüncü sırada Coppola’nın ilk uzun metraj filmi olan The Virgin Suicides var. 70’lerin sonunda bir banliyöde büyüyen Lisbon kızkardeşleri konu alan film, genç kızların trajik hikayesini mahalledeki bir grup erkek çocuğun gözünden anlatıyor. Şiirsel kurgusu ve melankolik film müzikleriyle kızkardeşlerin gençlik kaygılarını, arzularını ve acılarını yansıtan film, genç kızlığı bir bütün olarak gözler önüne sürüyor. Bu bakımdan filmin özellikle genç kız ve kadınlar arasında kültleşmiş olmasına şaşmamalı. Hikayenin, kız kardeşlerle takıntılı bir grup erkek çocuğun gözünden anlatılması, kızları arzu objesine dönüştürmekle birlikte onları olduklarından daha gizemli de kılıyor. Buna rağmen kız kardeşlerin hazin sonunun durmadan onları takip eden bu erkek çocuk grubu tarafından ön görülememesi, erkek bakış açısının sınırlarını ortaya koyuyor. Lisbon kızkardeşler film boyunca ebeveynleri, sınıf arkadaşları ve sevgilileri tarafından çözülmesi gereken bir bilmece olarak algılanıyorlar. Aile zoruyla eve kapatılmaları ise bardağı taşıran son damla oluyor. Bu doğrultuda “The Virgin Suicides” genç kızlığın en büyük acısının başkaları tarafından anlaşılmak yerine, dışardan bir manzaraymışçasına seyredilmek olduğunu ifade ediyor.

2- The Beguiled (2017)

Sofia Coppola

İkinci sırada 1971 Clint Eastwood filminin remake’i olan The Beguiled var. Kirsten Dunst, Collin Farrell ve Nicole Kidman’nın başrolü paylaştığı film, Amerikan iç savaşı sırasında Virginia’daki yatılı bir kız okulunda geçiyor. Kızlardan birinin ormanda rastladığı yaralı bir Kuzey askerini, iyileştirmek için okula getirmesiyle işler sarpa sarıyor. Düşman askerine ilk başta şüpheyle yaklaşan kadınlar, zaman geçtikçe ona ısınmaya ve ilgi duymaya başlıyorlar. Asker ise kadınların şehvetini kendi çıkarına kullanarak onları baştan çıkarmaya çalışıyor. Bastırılmış şehvetin kadın erkek ilişkilerine gelince nasıl cinsel arzuyu tetikleyebileceğini yansıtan film, Coppola’ya Cannes film festivalinde en iyi yönetmen ödülünü kazandırarak onu bu ödüle layık görülen ikinci kadın yaptı (tabi bunun ne kadar kutlanması gereken bi başarı olduğu tartışılır). Bunun yanı sıra Coppola, orjinal filmdeki siyahi köle karakterini kendi filmine dahil etmediği için eleştirmenler tarafından “whitewashing”le suçlandı. Her ne kadar bu eleştirileri haklı bulsam da, Sofia Coppola ‘nın The Beguiled’ını, orjinalinin aksine iyi niyetlerini suistimal edip onları cinsel cazibesiyle manipüle etmeye çalışan yabancı bir erkeğe karşı kendini savunan kadınları kötülemediği için olduğu gibi de başarılı buluyorum.

1- Lost in Translation (2003)

Sofia Coppola

Ve ilk sırada en sevdiğim Sofia Coppola filmi olan Lost In Translation var. Başrollerini genç bir Scarlett Johannson’la Bill Murray’in paylaştığı film, orta yaş kriziyle baş eden film oyuncusu Bob Harris ile yeni üniversite mezunu Charlotte’ın Tokyo’da kaldıkları otelde tanışıp birlikte zaman geçirmelerini konu alıyor. Fotoğrafçı sevgilisiyle Tokyo’ya gelen Charlotte, günlerinin büyük bir kısmını otel odasında geçirirken, Bob’la tanışıyor ve ikili şehri birlikte keşfetmeye başlıyorlar. Lost In Translation’ı benim için diğer Sofia Coppola filmlerinden ayıran en önemli özelliği yabancı bir şehirde olmanın var ola getirdiği heyecan, merak ve yalnızlığı hem sinematografide hem de karakterler arasında geçen diyaloglarda yansıtış şekli. Charlotte’ın pencere kenarında oturup cam arkasından şehri seyretmesinden, Bob ve Charlotte’ın yan yana yüzüstü yatakta yatıp hayat endişeleri hakkında konuşmalarına, film seyirciye melankolik bir aşk mektubu izlenimini veriyor. Çoğu Coppola filmi gibi Lost In Translation’nın film müzikleri de filmin izleyici üzerindeki duygusal etkisini arttırıyor. Özellikle kapanış şarkısı – The Jesus and Mary Chain’den Just Like Honey – her dinlediğimde, bana son sahnedeki acı tatlı ayrılığın burukluğunu anımsatır. Bunun yanı sıra film Coppola’nın şu ana kadar ki eleştirmenlerce en çok beğenilen ve ana akım sinemasında en çok bilinen filmi. O kadar ki, kısa ve doğaçlamaya açık senaryosu Coppola’ya 2004’te en iyi senaryo dalında Akademi ödülü kazandırdı. Kısacası sadece bir Sofia Coppola filmi izleyecekseniz veya Sofia Coppola’nın tarzını beğenip beğenemeyeceğinizden pek emin olamıyorsanız Lost In Translation‘ı izlemenizi öneririm.

1 yorum

PartyPancakes 19 Kasım 2020 - 13:13

Elinize sağlık,ne zamandır Sofia Coppola maratonu yapmayı düşünüyordum. Yazıyı okurken tüm filmler gözümünden geçti.

Cevapla

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir