Meksikalı ünlü yönetmen Alejandro Gonzales Inarritu, 2000’li yılların başlarıyla birlikte sinema sahnesine atıldığında muhtemelen çoğu kişi tarafından günümüzdeki statüsüne erişebileceği çok da beklenmiyordu. Hele ki Meksikalı oluşuyla Hollywood’da bu kadar kabul görecek olmasını belki kendisi dahi tahmin etmiyordu. Onun kendine has sineması hem arthouse diyebileceğimiz sanatsal Avrupa Sineması’na hem de popüler Ana-akım sinemaya da göz kırparken özellikle seyircisini oldukça hızlı bir şekilde bulmasını ve konsolide etmesini sağladı. Milenyumun ilk yılında sinemada devrim yaratan filmlerden biri olan Amores Perros (Paramparça Aşklar ve Köpekler, hemen bir yıl sonra 21 Grams (21 Gram) ve sırasıyla Babel, Biutiful gibi filmleriyle Inarritu hem filmlerini oldukça kolay bir şekilde izletebiliyor hem de 20. Yüzyılın sonuyla birlikte yeni yüzyılda aşina olacağımız yeni dünya sorunlarına da parmak basmadan kendini alamıyordu.
Amores Perros neredeyse baştan itibaren yönetmenin başyapıtı olarak ilan edilmesinin yanında Meksika’daki sosyo-ekonomik eşitsizlikleri, toplumsal gerçeklikle halkın modern kapitalizmden beklentilerini çarpıcı bir dille ortaya koyarken hyperlink/ hiper bağ bir sinema dilini benimsemişti. Birbirinin hiçbir şekilde tanımayan farklı karakterlerin benzer temalarla film içinde kesiştikleri filmlere verilen bu terim sinemada gerçek anlamda Inarritu ile vücut bulacak ve yönetmenin diğer filmlerinde de başı çekecek olan kavramlardan bir tanesi olacaktı. Bir yıl sonraki 21 Grams’da bağımlılık, ahlak sorgulamaları gibi konulara eğilen Inarritu 2006’daki Babel’le imzası haline gelmiş kesişen karakterlerini bu sefer ulus aşırı ülkelere taşıyarak post modernizmin modern toplumlardaki etkileri üzerinden silah kaçakçılığı ile de bir bağ kuracaktı.
Bu yazımızda ise siz okuyucularımıza yönetmenin en kişisel ve sinemasındaki deneysel filmi diyebileceğimiz 2014 yapımı Birdman’i incelemeye çalışacağız. Yazımız yer yer spoiler de içereceğinden filmi izlememiş olan okuyucularımızın yazının buradan sonrasını okumamalarını tavsiye eder, keyifli okumalar dileriz.

Riggan artık 50’li yaşlarını sürmekte olan, 90’larda ününün zirvesindeyken günümüzde yeni sinema dogmalarına ayak uyduramadığından sektörden uzaklaşmış, Broadway’de tiyatro yönetmenliği ve oyunculuğu ile kendisini yeniden ispat etmek isteyen birisidir. Ünlü yazar Raymond Carver’ın bir eserinin uyarlamasını yapmaya çalışırken kişisel hayatı, geçmişi ve bugününe dair güçlü bir içsel bunalıma sürüklenecek, muhasebeler yapmaya başlayacaktır.
Inarritu’nun Birdman’i biz izleyicileri derhal içerisine alıyor. Filmdeki mekan kullanımının kusursuzluğu sanat ekibinin başarısını gözler önüne sererken Broadway sahnesi içinde tek plan şekilde hareketli olarak dolana görüntü yönetmeni Emanuel Lubezki’nin mükemmel kamerası karakterlerle beraber adeta bizi de ruhtan ruha sokuyor. Filmin bir tiyatro sahnesinde geçiyor olması aslında bizleri müthiş bir gerçeklik, sahtelik sorgulaması yapmamıza da iterken karakterlerin, özellikle ana karakter Riggan’ın neler hissettiğini de düşünmemize ön ayak oluyor. Riggan 90’larda ünlü süper kahraman film serisi Birdman’in başrol oyuncusu iken, çektiği üçlemeyle adeta Hollywood’un zirvesine çıkmışken günümüzde ise adeta yerlerde sürüklenmektedir. Burada senaryonun zekasına da kesinlikle parmak basmamız gerektiği kanaatindeyim. Riggan’ı canlandıran Michael Keaton’ın da tıpkı karakteri Riggan gibi 90’larda Tim Burton’ın Batman, Batman Returns filmlerinin başrolü olması, son Batman filminin de filmde Birdman karakteri üzerinden değinileceği üzere 1992’de çıkmış olması filmin bir bakıma Keaton’ın kendi oyunculuk kariyerini de anlattığının göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.

Senaryodaki bu hınzır ve son derece mizahi hareket kesinlikle bizleri de memnun ediyor ve Broadway’in sahnelerine rahatlıkla bırakıyoruz kendimizi. Broadway de tıpkı New York gibi adeta bir başka kaos, bir başka keşmekeşten ibaret. Oyun hazırlıkları, oyuncu provaları, set kazaları derken Riggan adeta çıldırmanın eşiğine geliyor. Bir kaza sonucu sete çağırılan dönemin büyük starı Mike (Edward Norton) ise kılık kıyafetinden setteki tacizkar, seksist davranışlarıyla Me Too’ya kadar büyük bir tabu olarak kalan erkek sanatçı prototipine kusursuzca uyum sağlarken birbirinden dengesiz davranışlarıyla sanat tarihi tarafından asırlardır bizlere deklare edilen “sanatçılık” tanımı üzerine de oldukça düşünmemizi sağlıyor.
Riggan’ın aynı zamanda danışmanı ve yardımcısı olan kızı Sam da yakın zamanda alkolizm ve uyuşturucu ile mücadele etmiş, rehabilitasyondan çıkar çıkmaz babasının çılgın “sanatsal” projesine dahil olmuş bir “figüran” görevi görüyor. Babası Riggan’ın içinde bulunduğu buhrandan ötürü adeta onu yönetmesine karşın kendisinin de kendi içinde yaşadıkları, psikolojik buhranları vb gibi sorunlar var. Sam üzerinden de sanatçıların özel hayatlarındaki başarısızlıklar, kendi bireycileşmelerinden evlatlarının bireyleşmelerine dair hiçbir şey yapamadıklarının, kendi ego, bencillikleriyle mücadele etmekten ailelerine zaman ayıramamalarını, bu nedenle de oluşmuş olan sağlıksız aile yapılarını görüyoruz. Riggan’ın bir parti sırasında eşini aldatmış olduğu, kızları Sam’in de anne baba arasında kalmış olduğunu da sonradan öğrendiğimizde taşlar da tam anlamıyla yerine oturuyor.

Naomi Watts’ın Lesley’si ise Riggan’ın oyununun başrollerinden ve film boyunca “star” Mike’ın cinsel tacizlerine maruz kalıyor ancak buna rağmen elbette kendisini işine, Riggan tarafından kendisine deklare edilmesiyle “sanatına” vermek zorunda kalıyor. Lesley üzerinden sanat dünyasındaki kadın erkek ilişkileri, alkış anında perde arkasında ne gibi abukluklar yaşandığına dair adeta bir ifşanın ne kadar gerekli olduğunu görüyoruz. Mike’ın tacizlerinden bunalmasına karşın “en iyi, kusursuz” performansını sözüm ona vermesi gereken Lesley adeta kendisine olan özsaygısını ve benliğini yitiriyor. Elbette bunda daimi lider konumundaki erkeklerin katkısı aşikar ve bu adeta bir kanun niteliğinde demokrasinin görünmeyen kılıcı gibi tepesinde sallanıyor.
Andrea Riseborough’un başarıyla canlandırdığı Laura da yönetmen Riggan’la ilişkisi ile gündemimize oturuyor. Aslında onların ilişkilerine, hatta Laura’nın hamileliğinin gerçekliğine dair daima bir muğlaklığın seçilmiş olması da sanat dünyası içerisindeki bilinmezliğin bir yansıması olarak karşımızda duruyor. Oyunun text’inin mi yoksa hayatın gerçekliğinin mi gerçek olduğu ikilemi arasında gidip gelirken kendimizi yönetmen Inarritu’nun keskin zekasına kaptırıyor ve bu toplu hicve zevkle eşlik etmeye devam ediyoruz. Bu gerçekliğe dair yaratılan ikilik yazımızın başlığında göreceğimiz, William Sheakespeare’in “ Dünya Bir Oyun Sahnesi” tanımlamasına da cuk oturuyor. Sheakespeare bu sözünün devamında şöyle diyor; “ Dünya büyük bir tiyatro sahnesi gibidir. Herkes bu sahnede rolünü oynar, rolü bitince de sahnesi sonsuza dek terk eder”. Sheakespeare’in bu sözünde göreceğimiz üzere aslında filmde kamera da tam anlamıyla böyle hareket ediyor. Oyun içi prova sahneleri olsun olmasın, oyuncuların kendi özel odalarında, birbirleriyle ateşli monologları, tiradları esnasında kendileri takip ediliyor, kapıdan çıkışlarına kadar eşlik ediliyor ve film devam ediyor. Inarritu Sheakespeare’in bu anonimini kamera hareketleriyle adeta bir metafora dönüştürerek filmine mükemmel bir şekilde yedirmesini biliyor.

Birdman sadece tiyatro camiasındaki ahlaki çöküşü değil sinema sektöründeki “yeniliği” de haklı bir şekilde yerden yere vuruyor. 90’lı yıllarda, Birdman iken omuzlarda olan, adeta ilahlaştırılan Riggan Birdman 4’ü neden çekmediğine dair basın ve sinema eleştirmenleri tarafından sürekli olarak taciz edilirken tiyatro oyununa odaklanmakta ciddi zorluklar yaşıyor. İşte burada Birdman’in son derece kalın, hatta Batman’i andıran içsesiyle tanışıyoruz. Riggan genellikle odasında yalnız başına kaldığında Birdman’in içsesi tarafından manipüle edilmeye, yönlendirilmeye çalışılıyor. Sektörün yeni gerçekleri sürekli olarak kendisine hatırlatılırken o yine de kendisini kaybetmemekte diretiyor. Yönetmen Inarritu, Riggan’ın bu ikilemlerinde, Birdman ile yaşadığı kişilik krizlerine oldukça absürt diyebileceğimiz, hatta gülebileceğimiz teknikleriyle karşımıza çıkıyor. Zaman zaman Riggan gerçekten Birdman kostümüyle sokaklarda uçup New York’u canavarlardan kurtarırken kimi zaman da süper kahraman filmlerinin hükümranlıklarının sinemayı ne hale getirdiğini, bununla beraber sanatçıların mesleki ve ahlaki yozlaşmalarının nasıl önünü açtığına da ışık tutuyor. Hatta Robert Downey Jr., Jeremy Renner gibi o dönem AVENGERS filmlerinde başrol oynamakta olan gerçek oyunculara birebir referans verilmesi bu çıkarımın doğruluğunun da net ispatı olarak önümüzde duruyor.
Finale geldiğimizde ise Birdman, yani aslında Riggan seyirciye tam da istediğini veriyor, kan ve absürtlük. Broadway’in tepesine doğru yükseldiğinden kendisini 90’lardaki gibi hisseden Riggan artık sonunda ipleri tamamen kendi eline alıyor ve çok riskli bir şekilde hayatına kastederek hastanelik oluyor. Ancak neredeye kendi hayatından vazgeçmesiyle halk nezdini geçtim adeta sanat eleştirmenlerinin gönlünde taht kurmasıyla film bize sanat camiasının çürümüşlüğünü, insan hayatına verdiği değeri, eleştirmenlerin de kendi egosal tekellikleriyle sektörü nasıl yönlendirdiğinin altını çiziyor.

Son olarak Birdman özellikle oyuncu odalarının içindeki farklı koyu renk paletlerinden koridorlardaki birbirine karışan renk paletleriyle bize oyuncularının üzerindeki baskının ne kadar ağır olduğunu, psikolojilerinin bozularak nasıl değişkenlikler gösterebileceğini ve bu şekilde dengesizleşebildiklerinin nasıl gerçekleştiğine dair bizlere çok şey söylüyor. Bunu son derece süslü ve ana-akıma daha yakın bir sinema dili ile yapabilecekken yalnızca Lubezki’nin kışkırtıcı kadrajları ve bu değişken renk paletleriyle başarmış olması da yönetmenin ustalığından kaynaklanıyor. Sinema sektörüne ve tiyatroya dair adeta bir roller-coster yolculuğuna çıktığımız Birdman bu sanat dallarının dogmatikleşmiş yönlerini, yoz taraflarını adeta yererken, sanatçılar gibi normal insanların veya sanatçı maskesi altındaki kötü insanların varlığından da bizleri haberdar etmesiyle çok ayrı bir yerde durmayı hak ediyor.