36. Ankara Film Festivali’nin ulusal uzun metraj yarışması kapsamında izlediğimiz Atlet, festivalin en çok tartışma yaratan filmlerinden biri olarak öne çıktı. Semih Gülen ve Mustafa Emin Büyükcoşkun’un ortak imzasını taşıyan film, ilk bakışta spor dünyasında geçen bir “başarı hikâyesi” gibi görünse de, ilerledikçe başarı arzusunun kadın bedeni üzerindeki sömürü mekanizmalarıyla nasıl kesiştiğini, hatta onu nasıl parçaladığını anlatan sert, rahatsız edici ve etik sınırları zorlayan bir çalışma hâline geliyor. Türkiye, Almanya ve Romanya ortak yapımı olan film, halter sporuna tutkuyla bağlı genç atlet Hatice’nin uluslararası yarışmalara hazırlanma sürecini merkeze alarak, hırsın toplumsal cinsiyetle, ekonomik zorluklarla ve ataerkil şiddetin güncel ve sinsi türleriyle nasıl çatışabildiğini çok katmanlı bir yapı içinde sunuyor.
Film, işsiz annesiyle yaşayan, maddi sıkıntılarla boğuşan ve devletten sağlanan ömür boyu sporcu ödeneğini kazanmak için dünya şampiyonasında madalya almaya çabalayan Hatice’ye odaklanır. Bu motivasyon, film içinde hem karakter için hem de anlatı için kritik bir sorun oluşturur: Hatice ısrarla başarısının para için olmadığını söylese de, film onun hırsının kökenini derinleştirme konusunda isteyerek boşluk bırakır. Bu boşluk, karakterin kendini inkâr eden hırsıyla filmin dünyası arasındaki tuhaf gerilimi yaratır. Ankara seyircisi tarafından da hissedilen bu gerilim, hikâyenin en can alıcı anlarında daha görünür hâle gelir.
Yazının buradan sonraki kısmı filmi henüz izlemeyenler için spoiler içermektedir.

Hatice’nin antrenörüyle birlikte geliştirdiği “hamilelik yoluyla doğal doping” planı, filmin hem en şok edici hem de en tartışmalı bölümünü oluşturur. Film, birçok festival eleştirmeninin altını çizdiği üzere, kadın bedeninin başarıya açılan bir araç olarak kullanılmasını sert biçimde eleştirir. Hatice’nin hamile kalmak için girdiği ilişkiler, isteklilik ile zorunluluk arasındaki o gri alanı açığa çıkarır. Cinsel ilişkiyi bir spor stratejisine dönüştüren bu çarpık plan, kadının kendi bedenine yabancılaşmasının en yoğun hâlidir. Bir noktada antrenörün sürece “başka bir anlamda” dahil oluşu, fiziksel şiddet içermese bile, dolaylı bir cinsel saldırı olarak okunur; film bu sahneyi sessiz, donuk ve keskin bir gerçekçilikle aktarır. Yönetmenlerin bu anı estetikleştirmeden göstermeleri, filmin en güçlü tercihleri arasındadır.
Ancak film yalnızca karanlık temalar üzerinde yürüyen bir dramatik yapı sunmaz; sinemasal diliyle zaman zaman büyüleyen, dokusuyla seyirciyi içine çeken bir estetik kurar. Ayşe Alacakaptan’ın görüntü yönetimi, filmdeki en etkileyici unsurlardan biridir. İzmir sokaklarının ve iç mekânlarının titizlikle işlenmiş renk paleti, alan derinliği, ışığın karakterler üzerinde yarattığı baskı hissi ve spor sahnelerindeki hiper-fiziksel yaklaşım, filmin atmosferini olağanüstü bir yoğunluğa ulaştırır. Halter sporunun hem güç hem acı gerektiren doğası, kameranın Hatice’nin kaslarına, nefesine, titreyen ellerine odaklanmasıyla adeta seyircinin bedenine geçer. Eylül Deniz Keleş’in elektronik ağırlıklı müzikleri ise, filmdeki endişe ve adrenalin dalgalarını Safdie Kardeşler’in gerilimli metropol ritimlerini hatırlatacak bir tempo ile bütünler.

Ankara seyircisi için tartışma yaratan başka bir konu ise filmin mekânsal tercihleriydi. Hikâyenin İzmir’de geçmesi, filmin toplumsal eleştirisini, özellikle kadın karakterlerin temsili bağlamında yer yer tehlikeli bir klişeye yaslama riski taşır. Film, kadın arkadaş gruplarının özgürce konuştuğu, genç ve flörtöz anne figürünün mizahi bir dokuyla işlendiği sahnelerinde, “İzmirli kadın” stereotipine istemeden yaklaşır. Oysa Hatice’nin hikâyesi, bu coğrafi imgenin ötesine taşınabilecek güçtedir; belki daha kapalı, daha sıkışık bir şehir, karakterin yaşadığı baskıyı yükseltebilir, ataerkil düzenin gölgesini daha sert biçimde filme katabilirdi.
Filmin dramatik çatısındaki eksiklikler daha çok karakter motivasyonunda hissedilir. Hatice’nin neden bu kadar gözü kara olduğu, neden kendini bu kadar hırpaladığı, neden bedenini oyuna sürdüğü tam anlamıyla açılmaz; film bunu bilerek yapıyor gibi görünse de, seyircinin karakterle duygusal bağ kurmasını yer yer zayıflatır. Yine de bu mesafe, Hatice’nin sessizliğinde, yüzündeki donuk kararlılıkta, acıya rağmen devam etme hâlinde kendini bulan bir gerçeklik taşır. Sevda Baş’ın performansı bu anlamda filmin omurgasıdır; hiçbir anı fazla göstermeci değildir, acıyı karakterin hareketlerinde ve nefesinde taşır.

Atlet, kadın sporcuların bedenlerinin nasıl sistemli biçimde baskılandığını, ekonomik şartların nasıl sömürüye dönüştüğünü, antrenör-öğrenci ilişkisinin nasıl toksikleşebileceğini çarpıcı bir örnek üzerinden tartışmaya açan güçlü bir film olarak öne çıkar. Ulusal yarışmanın son gününde seyirci ve jüriyle buluşması, filmin kapalı salonlarda yarattığı sessiz gerilimi daha da artırmıştır. Film, kadın bedeninin hem devletin hem ailenin hem spor sisteminin hem de erkek otoritesinin arasında nasıl bir savaş alanına dönüştüğünü görünür kılar.
Sonuç olarak Atlet, kusursuz olmayan ama çok cesur, sinemasal olarak güçlü, tematik açıdan sarsıcı ve tartışılması gereken bir film. Hedeflediği bazı duygusal yoğunluklara senaryo düzeyinde tam ulaşamasa da, hem anlatısal riskleri hem de biçimsel gücü sayesinde festivallerde adından söz ettirecek bir yapım olduğu kesin. Ankara Film Festivali’nde bıraktığı etki ise şudur: Türkiye sinemasının kadın temsili, beden politikası ve ataerkil baskı gibi konularda hâlâ ne kadar açık yaralara sahip olduğunu, bu yaraların sinemada nasıl işlenmesi gerektiğini ve nasıl işlenmemesi gerektiğini tartışmaya açan bir filmle karşı karşıyayız. Atlet, seyirciden çok şey bekleyen, çoğu zaman huzursuz eden, ama bittiğinde uzun süre akılda kalan, “zor” bir film. Ve belki de tam bu nedenle festivalin en gerekli filmlerinden biri.
