Martin Scorsese, 17 Kasım 1942’de Newyork’ta doğmuştur. İtalyan-Amerikan bir aileden gelmektedir. 1960 yılında Newyork Üniversitesi’nde Sinema bölümüne girmiş, 1964 yılında mezun olmuştur; 1966’da ise aynı üniversiteden film dalında master derecesi almıştır.
İlk uzun metrajını 1973 yılında izleyiciye sunan Scorsese, filmografisinin son filmi olan -şimdilik- The Irishman’i 2019 yılında, dijital platform Netflix’te seyirciyle buluşturmuştur.
Scorsese’nin İlk Yılları ve Scorsese-De Niro İşbirliği
Scorsese ilk uzun metraj işini 1973’te çektiğinde Robert De Niro ile çalışma serüveni resmen başlamıştır. 1976’da tekrar Scorsese-De Niro işbirliğinin gözüktüğü, aynı zamanda bu ikiliye Harvey Keitel, Judie Foster gibi isimler de eşlik etmiştir. Taxi Driver, Oscar’dan eli boş dönse de, Cannes Film Festivali’nde, en iyi filme verilen ödülü, Altın Palmiye’yi kazanmıştır. Taxi Driver, yönetmenin filmografisinde en iyi işlerden birisi olarak görülmektedir.
Taxi Driver’ın ardından sükse yapmış olduğu ve ‘auteur’ kavramını artık camiaya kabul ettirdiği filmler olarak Raging Bull (1980), Goodfellas (1990), Casino (1995) sayılabilir. Aynı zamanda bu filmlerin ortak noktası da Scorsese-De Niro işbirliğinin olmasıdır.
Scorsese ve De Niro ikilisi, yönetmen-oyuncu olarak, Scorsese’nin yönetmiş olduğu son filmi The Irishman(2019) dahil olmak üzere toplamda 9 filmde beraber çalışmışlardır.
2000 Sonrası Scorsese Sineması ve Scorsese-DiCaprio İşbirliği
70’lerden, 90’ların sonuna dek çekmiş olduğu ve birçoğu kültleşmiş olan filmlerden sonra 2000li yıllarda da üretmeye ara vermeyen Scorsese, bu sefer DiCaprio ile süregelen bir çalışma içine girmiştir. Oyuncularına bağlılıkları da auteur olmasında bir etken olarak sayılabilir. Oyuncularından tam verimi almayı başaran Scorsese ve oyunculuk performansıyla adından söz ettiren Leonardo DiCaprio’nun buluşması da 2002 yapımlı suç-gerilim tarzı olan Gangs of Newyork ile olmuştur. Ardından 2004 yılında The Avitator ile birlikte çalışan ikili, bir sonraki projede The Departed (2006) filmiyle çalışmışlar ve bu film sayesinde Scorsese ilk “En İyi Yönetmen” dalında Oscar ödülünü almıştır. Shutter Island (2010) ve The Wolf of Wall Street (2013) de dahil olmak üzere Scorsese-DiCaprio birlikteliği 5 filmden oluşmaktadır. Henüz bütçe arayışı aşamasında olan Scorsese’nin, Killer of the Flower Moon isimli filminde de De Niro ve DiCaprio ikilisiyle birlikte çalışacağından söz edilmektedir.
Martin Scorsese’yi ‘Auteur’ Yapan Etmenler Nelerdir?
Birinci sıraya, üstte de sıkça bahsettiğim üzere ‘oyuncu’ kavramını koyabiliriz. Oyuncu seçimlerinde, oyuncularını yönlendirmede ve bağlılık konusunda iyi bir uyum yakalayan Scorsese, senaryo türleri ve yaptığı filmlerin temaları değişse dahi oyuncularını her türlü zorluğa karşı en iyi şekilde yönlendirmekte, bununla birlikte de filmin kalitesini had safhada artırmaktadır.
İkinci önemli unsur olarak sinemada izleyiciyle buluşturduğu filmlerin öykülerini saymak mümkün olacaktır. Scorsese İtalyan-Amerikan bir aileden gelmesinin de etkisi olarak filmlerinde mafyatik öyküler işleyen bir yönetmendir. Tabii ki filmografisi bu kadar kalabalık olan bir yönetmenin her filminde mafya öyküsü geçmektedir demek yanlış olur fakat kariyerinin ilk filmi olan Mean Streets’den itibaren, Goodfellas -belki de en önemlisi-, Casino, Gangs of the New York, The Departed ve izleyiciyle buluşan son filmi olan The Irishman’e kadar zaman zaman mafya öyküleri anlattığını söylemek mümkün.
Scorsese’nin bir diğer özelliği ise filmlerinde yer vermiş olduğu ‘anlatıcı’ özelliği. Filmlerinde rastladığımız, görmeye alışık olduğumuz anlatıcılık, filmin bir karakteri tarafından filmin bir parçasının dış ses olarak anlatılmaya başlandığı ve hikaye anlatıcılığıyla film evreninin buluşarak olay örgüsünü izleyenine sunduğu bu anlatım biçimini belki de Scorsese’nin roman uyarlamaları yapmasına bağlayabiliriz. Ancak her halükarda Scorsese’nin imza niteliği taşıyan bu anlatımının ne kadar başarılı olduğunu söylemek de mümkün. Dış ses ile anlatımının yanında frozen frame, yani görüntünün dondurulması ve karakterin birkaç saniyelik ‘fotoğrafını’ gösterdiği, böylelikle anlatıda yine ‘Scorsese imzası’ olduğunu göstermesi de ayrı bir durum. İki örneğin de yer aldığı, Goodfellas filminin açılış sahnesini izleyebilirsiniz:
Dördüncü olarak, hikayelerin bazı noktalarının da benzediğini söylemek mümkün. Mafyatik öykülerin yanı sıra, karakterlerinin toplum tarafından kabul görmeyen ya da daha doğru bir deyişle toplumla sorunu olan karakterler olduğunu da söyleyebiliriz. En büyük örneğini Taxi Driver filmindeki Travis karakteriyle görmek mümkünken, bunun yanı sıra Shutter Island ve The Wolf of Wall Street filmlerinde Leonardo DiCaprio’nun oynadığı karakterler de yine kendi içlerinde yalnızlığı olan, önce başaran fakat sonra düşüş yaşayan karakterlerdir. Mafya ilişkilerini konu aldığı filmlerde ve Raging Bull’da da yine ana karakterlerin sıfırdan yükseldiğini, tepe noktaya geldikten sonra da geriye düştüğünü gözlemlemek mümkün. Scorsese, hayatın cilvelerini anlatma konusunda çekimser davranan bir yönetmen değil, aksine gerçekleri göstermekten kaçınmıyor. Senaryo bakımından insan ilişkilerini zorlayan, ters köşe denilebilecek ve insanın içindeki kötüyü ve benlik duygusunu ortaya çıkaran filmlere imza attığını söylemek de mümkün. Ters köşe ve çok katmanlı olarak sayabileceğimiz filmler arasında da yönetmene ilk Oscar’ını kazandıran ve DiCaprio, Jack Nicholson, Matt Damon gibi oyuncuların yer aldığı The Departed’ı, yine başrolünde Leonardo DiCaprio’nun yer aldığı Shutter Island filmini ve ayrıca filmin açılış sekansında, filmin sonunu izlediğimizi düşündüğümüz, Joe Pesci’nin de, belki de oyunculuğunun zirvesini yaşadığı filmi Casino’yu da saymak mümkün.
Son olarak da Scorsese’nin filmlerindeki görüntülerinden, kamera ve ışık kullanımından bahsedebiliriz. Hemen hemen her filminde sert temaları, canlı renklerle ve canlı müziklerle süsleyerek kontrast yarattığını söyleyebiliriz usta yönetmenin. Öyle ki Goodfellas, Casino ve The Departed gibi filmlerinde -başka filmler de eklenebilir tabii- karakterlerinin karanlık işlerini, Amerika’nın ışıltılı dünyasıyla ve filmlerinde sıkça rastladığımız müziklerle süslemesinin yanı sıra, aynı filmlerde işlerin ‘çirkin’ olduğunu göstermek için de low-key ışıklandırma kullandığı sahnelere sıkça rastlamaktayız. Filmlerinde bu dengeyi iyi tutturması da hikayenin akışına inanılmaz bir katkı sağlayarak uzun film sürelerini akıcı hale getirmekte önemli rol oynamaktadır. Scorsese çektiği birçok filmde 150 dakikanın üzerine çıkmış, hatta The Irishman ile 209 dakikalık bir film şöleni sunmuştur. Sıradan bir yönetmenin 209 dakikalık hikayesini izleyici izlemeyi tercih etmezken, konu Scorsese gibi bir usta olunca filmin birden çok kez izlenmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bunu da yukarıda belirttiğimiz tüm maddeleri ve hatta belki daha fazlasını izleyenine sunmasıyla başarıyor diyebiliriz.
Kamera kullanımı konusunda da Goodfellas’taki frozen frame örneğini birçok filminde de görmemizin yanı sıra, aniden kameranın farklı bir oyuncuya çevrilmesi ve kadrajdaki oyuncunun aksiyon almasıyla kesmeden bir sahneyi devam ettirmeyi tercih ettiğine de filmlerinde sıkça rastlamaktayız.
Ölüm sahnelerinde kameranın tepeye geçtiği sahneleri de görmek mümkün. Özellikle film için önemli bir karakter ise veya filmin akışında önemli bir anı temsil ediyorsa tepe açıya geçtiğini görebiliriz. Bu da yönetmenin tanrısal bakışa geçerek karakterlerin ölümüne /öldürmesine tepeden bakmasıyla, belki de kendisini onore etmesiyle alakalı bir durumdur diyebiliriz. Tanrısal açıya konumlandırılmış kamera açısı, Taxi Driver, Goodfellas, Casino gibi filmlerde de ikonik bir şekilde karşımıza çıkmakta.
Tüm bu özellikleriyle hâlâ film çekmeye devam eden Martin Scorsese’nin ‘auteur’ kavramını sonuna dek hak ettiğini söylemek mümkün.
Yeni yazılarda görüşmek üzere.
Sinemayla kalın!