Bazen bir kentte yürürsün usulca; binaların arasında, tabela ışıklarının yansımasında… Orada tam olarak var olamazsın, insanlar gelir geçer yanından cansız bir mankenmişsin gibi. Adımların kaldırımı gıcırdatır, topuklularının sesi sokaklarda yankılanır ama mekân seni içine almaz. Göz ucuyla bakılan, yokmuş gibi davranılan ya da fazlalık gibi hissettirilen bir bedenle işte böylece dolaşırsın kentin sokaklarında.
Mekânın dili vardır derler; kimleri içine aldığını, kimleri dışarıda bıraktığını fısıldarmış. Bazı bedenler için kentler hiç kurulmamış, hiç dillenmemiş ve hatta hiç açmamış koynunu. Bazı sokaklar hep tekinsizdir o bedenler için. Bazı evler, anılarla yıkanan mahalleler, hep köşede bekleyen satıcılar; hiçbir zaman o tarif ettiği “yuva” hissini vermezler.
Mekân, yalnızca bir plan değil bazen en büyük susturucudur; makul olanın fabrikasıdır adeta. Ve queer beden, çoğu zaman o susturucunun gölgesinde, makul ve makbul görünmeyen hatalı bir üretimdir. Daima kentle ya da doğayla karşı karşıya bırakılır, bazense baş başa…
Taşrada bu var oluş bir kendini kanıtlama yarışını da beraberinde getirir. Kimsin, kimlerdensin, adın ne; hepsi belirlidir; yapabileceklerin de bunların sınırları kadar. Fakat bedenler artık biricik olmaktan çıkar, bir şeye, soya aittir her şey. Taşrada var olmak kimisi için imkânsız, kimisi için mekânsız bir tariftir. Çoğu queer beden için taşra bir tiyatro sahnesidir: Bedenler rolünü üstlenir ve en az kusurla icra eder performansını.
Bu yazıda mekânın dışında kalan, ne tam olarak kentte ne de taşrada yer bulabilen, sinema perdesinde yerleşemeyen bedenleri birkaç temsil üzerinden konuşalım. Aidiyetin, görünürlüğün ve bedensel varoluşun sınırlarını mekânlar üzerinden sorgulayalım.

Kentte Mekânsal Sürgün: Queer Bedenin Görünmezliği
Sean Baker’ın 2015 yapımı Tangerine filmi, Los Angeles’ın göz alıcı güneşi ve turunculuğu arkasına saklanmış sert bir hikâyeyle queer bedenin kentte nasıl dışlandığını anlatıyor. Trans kadın karakterler Sin-Dee ve Alexandra’nın bir gün süren şehir yolculuğu boyunca, mekânların ne kadar geçici, tehlikeli ve dışlayıcı olduğunu adım adım izliyoruz.
Filmdeki fast food dükkanları, oteller, sokak köşeleri, oto yıkamacılar… Hepsi queer karakterlerin kısa süreliğine tutunabildiği ama hiçbir zaman sahiplenemedikleri alanlar. Her biri başka bir dışlanmanın, aşağılamanın ya da polis müdahalesinin eşiğinde. Kent, trans bireyler için modern bir özgürlük vaadi gibi sunulsa da film bize bunun ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatıyor. Güvende hissettirmeyen, her an tetikte olmayı gerektiren bir hayatta kalma alanına dönüşüyor kent.
Sin-Dee’nin sevgilisinin onu aldattığını öğrendiği anda başlayan yürüyüşü, aslında sadece fiziksel bir rota değil; ardı ardına yaşanan yabancılaşma anlarından oluşan bir zincir. Ne sevgilisiyle buluştuğu sokak ne de uğradığı donut dükkânı ona “ev” hissi veriyor. Her mekân o an içinde bulunduğumuz sahnede beliriyor ama Sin-Dee’nin varlığı o çerçeveye asla sığmıyor. Her anı, mekânsal bir sürgün gibi işliyor. Karakter adeta sahnenin dışına taşıyor ve hatta bazı sahnelerde izleyicinin Sin-Dee’yi takip etmesi o kadar zorlaşıyor ki sadece mekandaki uyumsuzluklar göze ilişiyor.

Tangerine, queer karakterin şehirle kurduğu ilişkiyi estetik bir romantizmle değil; çatışma, görünmezlik ve sarkastik bir öfke üzerinden kurar. Bu haliyle Yeni Queer Sinema’nın içinde ayrıksı ama güçlü bir yer edinir. Kalabalığın ortasında yalnız bırakılan bedenin, kente karşı verdiği var olma savaşı kimi zaman neşeyle izlenir ama her sahnede içten içe bir sızı bırakır.
Kent çoğu zaman öznenin özgürlük mücadelesinde bir imkân olarak görülür. Hatta kimi temsillerde bu böyle sunulur. Jennie Livingston’un 1990 tarihli Paris is Burning filminde gördüğümüz kurguda, kent queer bireyleri “kucaklayan” bir sahne gibi görünse de bu çoğu zaman sahte bir davettir. Çünkü kent, queer varoluşa ihtiyaç duyduğu kadar tahammül eder. Oysa queer beden için kent çoğunlukla iktidar mücadelesiyle ve gettolaşma deneyimiyle eşleşir. Yeni Queer Sinema’da kent, daima bir çatışma ve yer edinme mücadelesinin mekânıdır.

Bir başka örnek olarak William Friedkin’in 1970 yapımı The Boys in the Band filminde, kentte özneleşmiş queer bireylerin kendi içlerindeki sınıfsal ve kültürel katmanlaşmalarına tanık oluruz. Birbirlerine dair yaptıkları sert ve patavatsız yorumlar, şehir yaşamının içlerinde bıraktığı izlerin dışavurumudur. Mekân sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal bir çatışma alanına da dönüşür. Bu haliyle bu iki kült yapımda Tangerine’de gördüğümüz anlatımın kökenini ve kentin queer özne ile tersleşen temasını izleriz.
Taşrada Queer Zamansızlık: Doğa ile Arada Kalmak
Çağdaş Afrika kültürünü temsil eden yeni ve canlı bir yetenek grubunun parçası olarak görülen Kenyalı yönetmen Wanuri Kahiu’nun 2018 yapımı Rafiki filmi, Kenya’da geçen ama dünyanın pek çok yerinde yankı uyandıran bir hikâye anlatıyor. İki genç kadın, Kena ve Ziki, taşra hayatının baskıları arasında birbirlerine âşık oluyor. Bu aşk, yalnızca iki bireyin yakınlaşması değil, aynı zamanda tüm düzenle karşı karşıya gelmeleri anlamına geliyor.
Filmde gördüğümüz mahalleler sıradan görünüyor ama o sıradanlık, aslında tehlikenin kıyısında duruyor. Herkesin birbirini tanıdığı, her bilginin kulaktan kulağa yayıldığı bu yerlerde farklı olmak, çoğu zaman yalnızlıkla cezalandırılıyor. Kena ve Ziki’nin ilişkisi de kısa sürede göz önüne düşüyor ve tehdit olarak görülmeye başlıyor. Aileler, mahalle halkı, dinî otoriteler ve polis güçleri; bu ilişkiyi bastırmak ve görünmez kılmak için devreye giriyor.

Doğa, filmde ilk bakışta huzur verici gibi duruyor. Renkli evlerin önünde kahkahalar, bisikletle yapılan gezintiler, ağaçların arasındaki sessiz dakikalar… Ancak bu sahneler ne kadar özgürlük vadetse de o anlar çok kısa sürüyor. Çünkü taşrada queer olmak, yalnızca gizlenmek değil, zaman zaman doğrudan fiziksel ve duygusal şiddetle yüzleşmek anlamına geliyor. Anı biriktirmek, güzel geçmişler yaratmak queer bireyler için bir ayrıcalık hâline geliyor. Kena ve Ziki içinse bu ayrıcalık asla mümkün olmuyor.
Rafiki, bu baskıyı anlatırken ajitasyona kaçmıyor. Renkli saçlar, çekingen bakışlar, gizli öpücükler ve en çok da cesaretle çizilen bir aşk hikâyesi izliyoruz. Film, kırsalda queer olmanın hem ne kadar kırılgan hem de ne kadar dirençli olabileceğini gösteriyor. Sessiz sokaklarda, doğanın kuytularında bile var olmaya çalışan bu iki genç, sadece birbirlerine değil kendilerine de yaklaşıyor.
Kırsalda geçen queer hikâyelerin anlatıldığı sinema evreni yalnızca Rafiki ile sınırlı değil elbette. Örneğin, Francis Lee’nin genç ama kültleşen God’s Own Country (2017) filmi de İngiltere’nin kırsalında geçen, sistemin sessiz baskısına rağmen filizlenen bir aşkı konu eder. Bir başka örnek olarak kült yapım Beautiful Thing (Hettie Macdonald, 1996) ise şehir içi taşra olarak tanımlanabilecek banliyö yaşamında iki genç erkeğin ilişkisini inceler. Her iki film de mekânın dışlayıcılığına karşı karakterlerin duygusal yakınlığıyla örülü bir direniş alanı yaratır.

Bu örneklerde ortak olan, queer aşkın ne kadar savunmasız olursa olsun mekânı dönüştürebilme potansiyelidir. Taşra; bir tehdit, bir sınav, hatta bazen bir sürgün alanı olsa da aynı zamanda yakınlaşmanın ve birlikte direnmenin mümkün olduğu, geçici de olsa güvenli alanların kurulabildiği bir zemin de sunar. Yeni Queer Sinema, bu potansiyeli estetikleştirerek ve karakterlerine gerçeklikten kopmadan yaklaşarak kırsalı da yeniden tahayyül etmemizi sağlıyor.
Yer(el)leştirilemeyen Bedenler: Kısa Molalar, Uzun Yolculuklar
Yeni Queer Sinema bize şunu gösteriyor: Bazı bedenler hiçbir yere tam olarak ait değil ama her yerde var olmaya devam ediyor. Şehirde görünmeyen, taşrada istenmeyen, bazen evinde bile fazlalık gibi hissedilen bu bedenler… Yine de vazgeçmiyorlar. Sürekli yer değiştiren ama her yerde biraz yer tutan, geçici sığınaklarda soluklanıp yeniden yola çıkan bedenler. Belki bir kuaför salonunda, belki loş bir kulüp köşesinde, belki de yalnızca bir dostun omzunda… Kısa süreliğine de olsa soluk alacak yer buluyorlar.
Bu geçici alanlar, queer karakterlerin maskelerini bıraktığı, birbirlerine yaklaştığı, bazen sadece nefes aldığı mekânlara dönüşüyor. Ne tam anlamıyla güvenli, ne de kalıcı… Ama her seferinde bir tür aidiyet duygusu taşıyorlar. Çünkü yerleşememek bazen bir kayıp değil; bir direniş biçimi. Ait olunamayan mekânlar, alışılmamış ilişkilenme biçimlerine ve yeni yaşam estetiklerine kapı aralıyor.
Sinema ise bu estetiğin en sessiz ama en kalıcı tanığına dönüşüyor. Kalıcı olmayan anların, geçici alanların ve yer(el)leştirilemeyen bedenlerin izini, ışıkla, gölgeyle ve kadrajla sonsuzlaştırıyor. Bir başka sunum olarak Hong Kong’da yaşayan queer bireyleri fotoğraflayan fotoğrafçı Ka-Man Tse, kamusal alanlarda queer varoluşun görselleştirilmesine odaklanıyor. Özellikle “Narrow Distances” serisi, queer bireylerin kentlerdeki geçici mekânlarda nasıl var olduklarını gösteriyor.
Kaynak Önerileri:
Serdar Küçük, Queer Film Settings as Sites of Resistance, Duke University Camera Obscura (2020) Erişim Bağlantısı
Louise Cain, ‘Flung out of space’: displacement in contemporary queer cinema, Overland Literary Journal (2020) Erişim Bağlantısı