“Tellerin sesleriyle doğdum ben
Her şeyimi verebileceğim biri için
Yalnızca senin hislerini anlatan bir şarkı olmak için…
Gözlerini kapat, girmeye çalışacağım içeri
Bahar gibi uyandırmak için kalbini
Çünkü ben, senin duygularına dokunmak için doğdum.”
Başka birinin hatırasının içine evime girer gibi girdiğim daha önce hiç olmamıştı. Oyun salonuna adım atar atmaz doksanlarda bir evin salonuna doğru sanki ben de her akşam o eve dönermişim gibi yürüdüm. Odanın tam arkasında büyük bir fotoğraf duruyordu. Fotoğrafta, henüz yirmilerinde canlı, umutlu bir kadın… Coşkulu hayalleri her halinden belli ve her hayali o anda ihtimal dahili, ilk gençliğinden bize büyük gözleri, simli göz kapaklarıyla bakarken “Daha yeni başlıyoruz…” der gibi meydan okuyordu. “O çalan Scorpions mu?” diyordum ki tanıdım… Evet, Still Loving You başlamak üzereydi… Bir balığın akvaryumun içine kayarak düşmesi gibi düştüğüm o dünyanın artık ben de bir parçasıydım. Şüphesiz bu hissim, oyunun sahne tasarımının tam da olması gerektiği incelikte olmasından ötürüydü. Zarafet bazen de belki ütü masası, kanaviçe örtü, soba, sobanın üzerinde kullanışmış bezler, eski bir televizyon, muşamba ve elektrik süpürgesi demekti. Diye düşünürken… Onur Ünsal, iki tırnağında çıkmak üzere olan kırmızı ojeleriyle, sahneye bakanların çoktan koltuğuna kurulduğu salona doğru evine dönerken, bize o evlerde ezbere bildiğimiz ama yüzleşmekten kaçtığımız o hatırayı anlatmaya başladı; Annesini.
Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Edouard Louis’nin otobiyografi şeklinde yazdığı aynı adlı kitabından yapılmış bir uyarlama. Metinde okuyan herkesi bir noktasından mutlaka içine alacak sadeliğin ürkütücülüğü var. Ne demek bu? Bir duyguyu, bir durumu bazen iliklerine kadar bilirsin ama görmezden gelmek daha kolay gelir. Kolay olan her şey elbette çoğunluğa dahildir. Bu hatırada; Fransa’da bir işçi kasabasında geçim derdiyle boğuşan dört çocuklu bir aile, ev işlerini gören, aynı zamanda çalışan bir anne, evi zar zor geçindiren işçi ve alkolik bir baba var. Resim buraya kadar herkes tarafından kusursuz biçimde görmezden gelinebilir değil mi? Ne var ki bunda? Babalar yorulur ve içer, anneler herkesin çamaşırını yıkar, yemeğini yedirir ve arada söylenir. O evde büyüyen çocukların kaderi de benzer biçimde devam eder. Sistemi bozmayan, kirişi kırmayan, usulsüz tek bir ses çıkarmayan kusursuz bir kapalı daireydi o ev… Eğer Eddy olmasaydı… Eğer kenar mahallede eşcinsel bir erkek olarak dünyaya gelen Eddy olmasaydı.
Sahnede Eddy annesini anlatmaya başladığında hepimizin duvarlarında benzer bir ses yankılanmaya başladı. Duvar dibine ittiğimiz sandığın kapağı Eddy’nin anlatımıyla açılınca duygular da tek tek yolunu çizip ortalığa döküldü. Edouard Louis, “Eddy’nin Sonu” adlı romanında ilk gençliğindeki eşcinsellik tecrübesini şöyle anlatıyordu; “Yapmak suç değildi demek, olmak suçtu. En çok da öyle görünmek”. Sandıkların kapağı açılıp anılar salona saçılırken kadın olmak üzerine başka bir cümle geçti içimden “Demek yakına yakına söylenmek mesele değildi ama aynı şeyleri ciddiyetle gerçekten konuşmaya başladığında sesinin kısılması gerekiyordu. Söylenmek serbest. Konuşmak yasak.”

Hikaye, arka plandaki fotoğrafı anlatarak başladı. Annesi fotoğraf makinesine Eddy doğmadan önce son kez öyle inançla bakmış… Bir kadının taze hayallerle ikinci evliliğine başladığı, kim bilir ne kadar farklı bir aşk yaşayacağını düşündüğü hayatının arifesinin resmiymiş meğer. Bu arifenin ertesinde bayram gelmemiş maalesef. Baba, fabrikada yaralanınca evin geçimi tamamen annenin üzerine kalır. Evdeki hasta adama, çocuklarına, bakım verdiği yetmiyormuş gibi ihtiyaç duyan yaşlılara da bakım vermeye başlar. Tüm bunları yaparken ev işlerinden, hayatının verdiği bıkkınlıktan sonsuz kere söylenir. Elbette bu söylenmelerden Eddy de evin erkeliğe en yakışmayan oğlu olarak payını herkesten fazla alır. Anne oğul arasında açık kalmış bir radyo gibi sürekli çalan beğenmeme makamını, konuşulmamış, söylenmemiş yılları tek tek dinleriz. Birbirine benzeyen o günlerden birinde Eddy’nin annesi, babasının her akşam içtiği pastisin yanına tam da kenar mahalle deyimiyle kendisine kıyak geçerek likör sipariş eder. Eddy, kendi gözünden o geceleri, aklımda kalan haliyle şöyle anlatır; “Alkol alınca, biraz da çakır keyif olunca, nostaljiye dalar Scorpions dinler bazen hüzünlenir bazen de mutlu olurdun. Seni öyle görmekten hoşlanmazdım.” Diye açıkça bir itirafta bulunur. İşte yine gerçekliğin ürkütücülüğü, birden kalbe oturan beklenmedik bir yüzleşme daha. Bir annenin hüznünü, neşesini kim görmek ister? Ayrıca neden görelim ki? O kadının insan olma gerçekliğini kabul ettiğimizde sırtında kırılacak yükümlülük sopalarından da vazgeçmek zorunda kalırız. Neden vazgeçelim? O rahatı bize başka kim sağlayacak?
Fakat Eddy annesine ne kadar ergenlik isyanıyla burun bükerek davransa da sızısını hep olduğu haliyle görür. Bir gün anne ve babasının kasabada yapılan partide tanıştıkları ve neredeyse evlerinde bakıma aldıkları Angelique ve Monique’in arkadaşlığını duru bir yerden ikisini de kadın olarak hissederek anlatır. Angelique ve Monique’in kurduğu yakın ilişkiden ve bu dostluğun annesini nasıl parlattığından bahseder. Angelique ve Monique, erkeklerden dertli iki kadındır. Bir süre sonra erkekler dünyası olan ortak payda silinir ve onların kendilerine ait özgün dili kalır aralarında. Birbirlerinin mutluluğunu dahi sahiplenmiş iki yakın kadın arkadaş… Sadece öyle mi? Kim bilir? Monique, anlaşılınca, desteklenince, parlamaya da başlar. Bu yakınlık kimse tarafından ciddiye alınmadığı için evdekilere ayrıca bir konu başlığı da olmaz. Sadece Eddy annesinin değişimini fark eder. Ve bir gün Monique sığındığı yoksul evi başka bir erkek için terk eder. Angelique, Monique’e ulaşmaya çalışsa da Monique onu görmezden gelir. Hali hazırda görmezden gelmelerin dünyasında değil miyiz zaten? Bir evladın gözünden dinlediğimiz bu melankolik ayrılık izleyiciyle hikayeyi incecik bir tül perdeyle ayırır. Eddy gök kuşağı renklerine boyalı platformun üzerinden annesinin mazisinde kalan yası bir zamanlar annesini o halde görmekten hoşlanmadığı Scorpions şarkısı eşliğinde tutar. Galiba içinden şöyle bir ses geçiyordu; “Anne seni her halinle seviyorum, belki sen de…”

“Zamanını çal, bir şarkı çal ve mutlu ol.
Üzülme, kuşlar kadar özgür ol,
Zamanın geldiğinde hissettireceğim
Yağmur sonrası güneş gibi genceciksin hâlâ
Takip et ışığı, boşa değil ya
Ve göreceksin, dokunacağım duygularına.”
Neden sadece eşcinsel bir evlat, evliliklerin-sorumlulukların sert virajından savrula savrula geçen annesini olduğu gibi görebiliyor? Neden diğerleri değil? Neden sadece Eddy? Belki de susmak zorunda kalmanın ortak bir dili var; anlayış.
“Her gün için şarkıların var
Bir süreliğine iyi hissetmek için
Tek yol onlar…”
Yıllar geçer, Eddy ailenin okumayı seçen tek çocuğu olarak Paris’te yaşamaya başlar. Cesaret çoğunluğun alışkanlıklarına rağmen sustuğun her şeyi söyleyebilmekse eğer, anne ve oğul duvarları benzer zamanlarda kırar. Annesi ikinci evliliğini bitirirken Eddy coşkuyla aile hikayesini kaleme alır ve yazdıkları takdir görür. Monique, üçüncü derin ilişkisini Paris’te bir apartman görevlisiyle yaşamaya başlar. Hiç geçemeyecek sandığımız ağrıların bir sabah birden bitmesi gibi anne ve oğul yeniden bir araya gelir.
Hikaye boyunca beğenmeme makamından çalan Eddy ve Monique, Paris’te Monique’in kendi kendine gidemeyeceği lüks bir restoranda buluşur. Oyun boyunca birbirlerini inkar ettikleri her halin ardından, arka planda fotoğraftan umutlarla bize bakan genç kadının ruhundan doğan küçük bir oğlan çocuğu ve kendi sınırlarını ihlal etmekten gururlu bir anne değil bir kadın olarak Monique… Monique’in yaşanmamış yılları, Eddy’nin görmezden gelindiği her an… Anne ve çocuk… Kadın ve dar yollardan geçip ferah bir rüzgara doğru duran genç adam. Eddy, annesi çekinecek zannederken Monique, gururla siparişini verir. Ve oğluna döner, kaçırılmış her ana, hayata, sınırlara… Ama en çok Eddy’nin çocuk ruhunu takdir eder gibi bir cümle söyler “Bunu hak ettik…” “Bunu hak ettik…” “Bunu hak ettik…” Bir cümleyi iki kişilik kurduğunda ne kadar barışılıyorsa işte o kadar, içimde yankısı uzun süren o söz; “Bunu hak ettik…” Hikayede anne ve oğulun birbirini her haliyle kabul etmesinin dayanılmaz hafifliği eserken sahnede karakteri hücrelerinde taşıyarak oynayan Onur Ünsal’ı, oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan’ı, dekor tasarımını yapan Bengi Günay’ı, ışık tasarımında İrfan Varlı’yı, her detayı özenle gören gözleri ve metinle sahneyi bu kadar duru bir şekilde birleştirebildikleri için ayrı ayrı takdir etmek gerek.

O halde sahnedeki son cümleyle vedalaşalım yine; “Bu hikayenin, onun hikayesinin, bir şekilde, sığınabileceği o ev olmasını dilerim.”
Eşsiz geçmişlerimize, üzerinden atlamaya cesaret gösterdiğimiz her eşiğe, kadın olduğunu unuttuğumuz annelerimize, Monique ve Eddy’ye ve annemi beğenmediğim her bir güne… Scorpions’tan geliyor; “Born to touch your feelings” yani… “Senin ruhuna dokunmak için doğdum.”
“Kazanmak, ya da kaybetmek için doğdun sadece
Rüzgarda, birilerinin çocuğu olmak için
Aklın ve hislerin arasında yaşamak için
Kendi yolunu çiz, kontrol et ve öğren her gün.
Takip et ışığı, boşa değil ya
Ve göreceksin, dokunacağım duygularına…”
