Asghar Farhadi Son Filmi ‘Everybody Knows’ Hakkında Konuştu!

Yazan: Gamze Çakan

Ashgar Farhadi, 2016 Cannes Film Festivali’nden “En İyi Senaryo” ve “En İyi Erkek Oyuncu” ödülleriyle dönen ‘Satıcı’ filminin ardından, çok geçmeden başrollerini Penélope Cruz ve Javier Bardem’in paylaştığı yeni filmi ‘Everybody Knows’un çalışmalarına başlamıştı. 71. Cannes Film Festivali’nin açılışını yapan film, festivalin yarışma bölümünde de yer aldı ve Farhadi’nin Altın Palmiye için yarışan üçüncü filmi oldu.

‘Everybody Knows’, kız kardeşinin düğünü için çocuklarıyla birlikte Buenos Aires’ten İspanya’ya, doğduğu bağ köyüne giden Laura’ya odaklanıyor. Laura’nın İspanya’da karşılaştığı beklenmedik olaylar düğünün ailenin gizli geçmişini ortaya çıkaran bir krize dönüşmesine neden olur. Başrollerinde en son ‘Loving Pablo’ filminde bir araya gelen Penélope Cruz ve Javier Bardem‘in yanı sıra Arjantinli oyuncu Ricardo Darín de yer alıyor.

Usta yönetmen Ashgar Farhadi ile 8 Martta gösterime girecek son filmi ‘Everybody Knows’ hakkında yapılan söyleşiyi yazının devamında okuyabilirsiniz.

Bu proje ilk olarak nasıl ortaya çıktı?

15 yıl önce İspanya’nın güneyine gitmiştim. Bu seyahatte, uğradığım bir kasabada duvarlarda bir çocuğun fotoğraflarını gördüm. “Bu kim?” diye sorduğumda, çocuğun kayıp olduğunu, ailesinin onu aramakta olduğunu öğrendim. Oluşturduğum kurgunun ilk kıvılcımı o anda çaktı ve bunu yıllar boyunca zihnimde tuttum. Bu konuda bir kısa öykü yazdım ve ardından dört yıl sonra, Geçmiş’in çekimlerini bitirmemin hemen ardından bu öyküyü geliştirdim. Bu projeye başlamayı ilk o zaman düşündüm ve senaryo üzerinde dört yıldır çalışıyorum. Fakat projenin aslen bu İspanya seyahati esnasında başladığını söyleyebilirim. İlgimi çeken iki önemli şey vardı: Birincisi, ülkenin atmosferi ve oradaki kültür, ikincisi ise fikri zihnimde ilk olarak oluşturan bu olay. Bu iki unsur nedeniyle, başlangıçtan beri aklımda hep İspanya var.

Hikayenin Madrid gibi bir kent yerine küçük bir köyde geçmesini niçin tercih ettiniz?

Hikayenin mutlaka bir köyde geçmesi gerekiyordu. Zira bu köylüler arasındaki insani ilişkiler üzerine bir hikaye. Onların ilişkileri kent sakinlerinin ilişkileriyle aynı değildir. Dahası, uzun zamandır küçük bir köyde, doğanın ortasında çekim yapmayı istiyor, kentten ve onun curcunasından uzakta geçen öyküler arıyordum. Bu arayış ben farkında olmaksızın zihnime etki ederek hikayeyi doğaya yakın bir yere, bir çiftliğe, bir köye doğru yönlendirdi… Bu da benim için belli bir nostalji duygusu yaratan bir şey. Köylerde insanlar birbirine daha yakındır. Dünyanın her yerinde böyledir; köylerin nüfusu sınırlı olduğundan herkes birbirini tanır. Ve bu da benim hikayemi besleyen bir unsur oldu. Eğer hikaye bir kentte geçseydi, insanlar bu kadar kolay bir araya gelemez, bu ilişkileri kuramazdı. Ortaya bambaşka bir film çıkardı. Dolayısıyla en baştan beri, oluşturduğum kurgu ve doğayla iç içe, bir köyde çekim yapma arzum beni bu tür bir ortamda çalışmaya yönlendirdi. Bu projenin keyifli yönlerinden biri, bir sürü çiftliğin, insanların akşamüstü köy meydanında toplandığı bir köy hayatının ortasında ortasında çekim yapıyor olmamızdı. Vurgulamak istediğim bir diğer nokta da şu: Filmin karakterleri her ne kadar karmaşık bir durumun içinde olsalar da, her biri sade, basit insanlar. Dolayısıyla, kahramanların bir köyde yaşaması bu sadeliği pekiştirdi.

Senaryoyu Farsça mı yazdınız? İspanyolcaya daha sonra mı çevirildi?

Evet, senaryoyu baştan itibaren Farsça yazdım. Yazma sürecine oldukça fazla zaman ayırdım. Yıllar boyunca metne tekrar tekrar dönerek notlar aldım ve yazmaya devam ettim. Dört yıl önce ise zihnimi metne daha ciddi bir şekilde odaklamaya karar verdim. Çeviri benim yazmamla eşzamanlı olarak yapıldı. Geçen yıllar boyunca hikaye ciddi bir evrim geçirdi. İspanya’yı pek çok kez ziyaret ettim, orada yaşayan dostlarımla konuştum; tüm bunlar anlatıyı etkiledi. Fakat tüm bu süre boyunca hep Farsça yazdım ve yazma üslubumu iyi tanıyan bir meslektaşım (Massoumeh Lahidji) sayesinde metnin İspanyolca versiyonu kendi dilimde yazdığım versiyona çok yakın oldu. Bizim Farsça kelimeler vasıtasıyla hissettiklerimizi seyirciye İspanyolca iletmeyi amaçladık.

Senaryoya İspanya’ya özgü bir dokunuş katmayı nasıl başardınız?

Senaryoyu Farsça yazmayı bitirdikten sonra İspanya’da yaşayan birkaç dostuma verdim. Bir kısmı sinema alanında çalışmayan fakat sinemasever insanlar, bir kısmı ise sinema profesyonelleri, yönetmenler, oyunculardı. Onların fikirlerini aldım. Sorduğum ilk soru, hikayenin İspanyol olmayan biri tarafından anlatıldığını hissedip hissetmedikleri idi. Ve son versiyona yaklaştıkça okuyanlar hikayenin tümüyle bir İspanyol hikayesine dönüştüğünü hissetti. Daha sonra, çekimler esnasında, tüm ekip ve oyuncular İspanyol yaşam tarzını, özellikle de köylerdeki yaşam tarzını perdeye yansıtmamda bana yardımcı oldu.

Daha önce Geçmiş’i Fransa’da ve Fransızca çekmiştiniz. Yabancı bir ekiple ve yabancı dilde çalışmak sizin için daha zorlayıcı oluyor mu?

Kendi dilimde ve kendi ülkemde çalışırken bazı şeyler daha kolay, ama bir yandan da daha zor olan şeyler de var. Bunu anlatmak oldukça güç. Aynı dili konuştuğunuzda iletişim kurmak daha kolay—özellikle de oyuncularla. Hikaye kendi kültürünüzde geçtiğinde yönünüzü daha kolay bulabiliyorsunuz. Filminizin dilini ve içinde geçtiği kültürü çok iyi bilmiyorsanız, bunun filmin kalitesini etkilemesine izin vermemek için daha tedbirli davranıyorsunuz. Örneğin, İran’da bir oyuncudan bir şey isteyeceğim zaman onunla uzun uzun konuşurum ve pek çok açıklama yaparım. Ancak yabancı bir dilde, derdimi tercüman üzerinden anlatmam gerektiğinden oyuncunun istediğim şeyi daha çabuk anlamasına yardımcı olmak için mümkün olduğunca kesin ve net olmaya çalışıyorum. Dolayısıyla ortada hem bir basitlik hem de bir karmaşıklık var. Fakat yine de keyifli. Alıştığınızdan daha yüksek enerji ve efor gerektiren bir oyuna dahil olmak gibi, hoşuma giden bir deneyim. Çoğu filmimi kendi ülkemde çekiyorum. Fakat farklı ülkelerde çekim yapmak bana yeni deneyimler sunuyor, başa çıkılması gereken yeni zorluklar getiriyor ve farklı kültürleri keşfetmemi sağlıyor. Kısacası, her iki deneyimin de kendince avantajları var. Kendi ülkem dışında çekim yaparken önemli bir pratik zorlukla karşılaşmıyorum; kendi ülkemde de uzun süredir aynı ekiplerle çalıştığımdan birbirimizi çok iyi tanıyoruz.

Oyuncularınızı nasıl seçtiniz?

Öncelikle anlatıyı kurmak için bir hikaye arıyorum; ancak ve ancak bundan sonra karakterler ortaya çıkabiliyor. Daha sonra onlara biçim vererek bu karakterlerin farklı yönlerini geliştiriyorum. Oyuncuları seçmeye bundan sonra başlıyorum. Kendi yazdığınız bir şeyi çekmeye hazırlanırken kafanızda zaten belli bir imge oluyor ve bu imgeye en yakın oyuncuları arıyorsunuz. İspanya’ya geldiğimde çok sayıda İspanyol filmi izledim—kiminin tamamını, kiminin ise sadece belli kısımlarını. Her rol için birden fazla oyuncu seçtim ve eleme yaparak filmde gördüğümüz oyuncu kadrosuna vardım. İspanyol sinemasının en önemli değerlerinden birinin son derece yetenekli, harikulade oyuncuları olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla gerek başroller gerekse diğer rollere uygun çok sayıda oyuncu arasından seçim yapmam mümkün oldu.

Belli karakterleri yazarken onları oynayacak oyuncuları düşünüyor muydunuz?

İki ana karakteri Penélope ve Javier için yazdım. Onlarla dört yıldır senaryo hakkında konuşuyordum. Bu rolleri oynamaları konusunda anlaşmıştık. Dolayısıyla yazarken bu iki oyuncu aklımdaydı, fakat diğerleri senaryo yazıldıktan sonra seçildi.

Peki niçin Penélope Cruz ve Javier Bardem’i seçtiniz?

Bunun hikayesi Fransa’da çektiğim Geçmiş’e dayanıyor. Bu filmde başrol için adaylardan biri Penélope idi, fakat o esnada onu meşgul eden başka bir proje vardı: Çocuğunu doğurmak üzereydi. Bu filmde birlikte çalışamadık, fakat dostluğumuz başlamış oldu. Ona ve ardından da kendisiyle Los Angeles’ta buluştuğumuzda Javier’e bu öyküden bahsettim. Geçtiğimiz dört yıl boyunca irtibat halindeydik ve projenin gelişimini takip ettiler. Fakat Geçmiş’in ardından İran’a dönüp orada bir film yapmaya karar verdim ve bu da bu projenin iki yıl ertelenmesi anlamına geliyordu. Yine de irtibatımızı kesmedik. Performanslarının ötesinde, bu iki oyuncu filmin yapımına da büyük katkıda bulundu. Proje boyunca diğer oyuncular ve başka konularla ilgili sorduğum sorulara büyük cömertlikle yanıt verdiler. Her ikisi de son derece yetenekli oyuncular, ama daha önemlisi, içten ve açık yürekli insanlar. Ve artık ilişkimiz profesyonel ortaklığımızın ötesine geçti.

Ricardo Darín’i seçmeniz nasıl oldu?

Başlangıçta Ricardo’nun karakteri Arjantinli olmayacaktı; İspanya’ya gelmiş Amerikalı bir karakterdi. Fakat eğer Amerikalı olmasını tercih etseydim film İngilizce ve İspanyolca olmak üzere iki dilli bir film olacaktı. Tek bir dil kullanmayı ve karakterlerin ortak bir dili olmasını tercih ediyordum. Dolayısıyla Kuzey Amerika yerine Güney Amerika’yı, Arjantin’i düşündüm. Ve Ricardo da Güney Amerika’nın en iyi oyuncularından biri. Onu tanımaya başladıkça neden bütün ekibin onunla çalışmaktan bu kadar mutlu daha iyi anladım. Ricardo dürüst ve sade bir adam ve insan onu sanki yıllardır tanıyormuş gibi hissediyor. Bize Arjantin’in kültürüyle ilgili her konuda yardımcı oldu ve böylelikle gerçekliğe mümkün olduğunca yaklaşabildik.

Ana karakterleri nasıl yarattınız?

Ana karakterleri ilk başta yaratmıyorum. Sadece hikayede farklı karakterleri etkileyen öğelere gereken önemi vermeye çalışıyorum ve bunu karakterleri savunmak veya birini diğerinden daha fazla öne çıkarmak zorunda kalmadan yapmam gerekiyor. Ana karakterlerin tümü kendilerini ifade etmek için eşit fırsata sahip olmalı. Bu, izleyiciye—ama sadece izleyiciye, yönetmene değil—karakterlerden birine film boyunca bağlanmayı seçme fırsatı verir. Gerek bu filmde gerekse öncekilerde izlediğim ana yöntem bu oldu. Aslında, ben izleyiciyi kendince bir yargıya varmaya davet ediyorum. Bazıları karakterlerin yargılanmamasını istediğimi düşünüyor; aslında ben tam tersine, yönetmen tarafında herhangi bir eleştirel bakış açısına yer vermeyerek bu konuda inisiyatifi izleyiciye bırakmak istiyorum.

Ön yapım aşamasında ve ardından çekimlerde oyuncularla nasıl çalıştınız?

Gerek mekan keşfi gerekse de casting aşamaları oldukça uzun zaman aldı. Bazı oyuncuların seçilmesi diğerlerine kıyasla daha hızlı olduğundan bu oyuncularla daha fazla prova yapma imkanı bulduk. Onlarla mümkün olduğunca fazla konuşmaya, zihnimdekileri tam olarak aktarmaya çalıştım. Başlangıçta, konuştuğumuz ortak bir dil olmadığından kafamdakileri iletmenin zor olacağını düşünüyordum, fakat çalışmaya başladığımızda her şeyin göründüğünden kolay olduğunu fark ettim. Provalara Javier ve Penélope’yle başladık. Diğer oyuncular bize daha sonra katıldı. Prova yapıyorduk, ama provalarımız filmdeki sahnelerle sınırlı değildi. Nasıl yürüyecekleri, nasıl konuşacakları, kendilerini elleriyle nasıl ifade edecekleri, dış görünüşleriyle ilgili uzun uzadıya konuştuk. Amacım onların birer köylü olduğunu inanılabilir kılmaktı. Aralarında olması öngörülecek aile ilişkilerini yaratmaya çabaladık.

Ünlü İspanyol görüntü yönetmeni José Luis Alcaine ile birlikte çalışma sürecinizden biraz bahsedebilir misiniz?

José bana göre dünyanın en iyi görüntü yönetmenlerinden biri. 78 yaşında ve 30 yaşındaki bir insanla aynı enerjiye sahip. Onun tarzının benim şimdiye kadar yönettiğim filmlerdeki tarzdan, görüntülere döktüğüm gerçekçi anlayıştan farklı olabileceği aklımdaydı. Çekimlere başlamadan önce uzunca konuştuk. Filmlerimi izlemişti ve her filmimi iyi tanıyordu. Ortaklığımız son derece iyi sonuç verdi. Aktarmaya çalıştığım gerçekçilik adına yapılması gereken her şeyin yapılmasını sağladı. José resim sanatını ve ışıkla ilgili konuları çok iyi bilen harika bir görüntü yönetmeni. Her zaman yeni fikirler denemek istiyor, klişelerden kaçınıyor ve tüm bunları daha çok gençlerden beklemeye alıştığımız bir cesaretle yapıyor.

Son olarak…

Bir filmi yazarken ve yönetirken hep peşinde olduğum ve zihnimde hep en önemli yeri işgal eden şeyi tek kelimeyle özetlemek mümkün: Empati. Filmlerimle herhangi bir mesaj vermeye çalışmıyorum. Eğer dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir kültürden gelen ve herhangi bir dili konuşan bir izleyici karakterlerimi tanımadan onlarla empati kurmayı başarabiliyorsa, kendisini onların yerinde hayal edebiliyorsa o zaman amacıma ulaşmışım demektir. Her filmde en öncelikli olarak vurguladığım, benim en çok ihtiyaç duyduğum şey, aynı zamanda bugünün dünyasının da en çok ihtiyaç duyduğu şey bu: Sınırların ötesinde, başka kültürlerden gelen diğer insanlarla kuracağımız empati…

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir