“Her savaş bir kıyamettir!”
Sirât, bu yıl Cannes Film Festivali Jüri Ödülü alarak dikkatleri üzerine topladı. İKSV’nin düzenlediği Film ekimi kapsamında Atlas Sineması’nda izleyiciyle buluştu.
Epeydir ara verdiğim sinema yazılarıma Sirât’la birlikte geri döndüm. Sirât için iyi bir film demekten öte, bunun bir deneyim yaşattığını düşünüyorum. Çıktığımda filmin bütün ağırlığıyla “Ben ne izledim?” diye sordum. Hatta çıkışta denk geldiğim birkaç yönetmen arkadaş da aynı soruyu kendine soruyordu. En azından yalnız değilim diye düşündüm. Sinemanın bir anlamı varsa bu olmalı. O salonda bir “şey” yaşadık. Eve gittiğimde “o şeyi”, hissettiklerimi düşündüm. Ve düşündükçe filmin yarattığı yoğunluk daha da arttı.
Sirât, Oliver Laxe’in çölün ortasında geçen mistik bir yolculuk filmi. Kızını kaybeden Luis, oğlu Esteban’la birlikte Fas çöllerinde onu ararken, rave partileri, toz fırtınaları ve sessizlik içinde hem fiziksel hem ruhsal bir sınavdan geçer. Gerçekle hayalin iç içe geçtiği bu yolculukta “sırat”, cehennemle cennet arasındaki geçiş gibi, insanın kendi içinden geçme deneyimine dönüşür. “Sirat” kelimesi, İslam’da “sırat-ı müstakim”, yani “doğru yol” anlamına gelir—ama aynı zamanda ölümden sonra cennete geçilen o ince köprüdür. Laxe burada kelimeyi hem fiziksel hem metafizik bir köprü olarak kullanır. Bir yanda dünya ile ilahi olan arasında, anlam ile hiçlik arasında bir geçit. Diğer yanda çöl kendisi bir sirât olarak karşımıza çıkar. Çöl iklimi, coğrafyanın zorluğu ve yönetim şekillerinin hayatları mahvetmesi…

Oliver’ın müzik seçimleri, elektronik müzik rave kültürü ve hac ibadeti, çöl; tüm bunlar paralellik taşıyor. Çölün ortasında kara bir kutu olan Kâbe’nin etrafında çıplak ayakla dönen insanları gösterirken, yüksek sesle dualar eşliğinde kolektif bir hareketi izlerken, diğer yanda çölün ortasında yine başka bir kara kutu—büyük hoparlörler ve yüksek ses eşliğinde—yine çıplak ayakla dans eden insanları görüyoruz. OliverLaxe’ın bu filmi tasavvufî hiçlik ile nihilist boşluk arasındaki o ince çizgide yürüyen çok katmanlı bir yapıya sahip. Film, sanki İbn Arabî’nin “hiçlikte Hak’kı bulmak” fikrini modern bir nihilist dünyanın içinde yeniden sahneliyor. Filmdeki karakterler belirgin özelliklere sahip değil. Geçmişleri yok, gelecekleri yok ve çok da tanımadığımız zamansız karakterler. Film “Ben kimim?” sorusuna bir cevap aramaktan öte “Benim olmam gerekli mi?” diye soruyor. Tam da ruhuna uygun az diyalogdan oluşuyor. Nihilizmin sessizliği anlamın ölümünü hissettirirken tasavvufi anlamda anlamın doğumunu kucaklıyor. Ve Laxe, bu iki sessizliği aynı filmde üst üste bindiriyor. O yüzden Sirât, bir yandan modern insanın Tanrısızlığını, öte yandan hiçlikteki Tanrısallığı gösteriyor. Anlamsızlığın sonunda ilahi olanın Tanrı’nın varlığı başlıyor. Her şey anlamsızdır çünkü her şey odur. Hiçliğin umutsuzluğuna huzurla bakıyor. Onun içinden geçerek… Luis’in mayın tarlasındaki cesareti. Anlamsızlığın ve yasın içinden yürümesi… Yönetmen kamera olarak 16mm’yi tercih etmiş. Bu da görüntüyü, seyirciye daha “gerçek” ve “dokunulabilir” bir dünya hissini yaratıyor. Filmin meditatif etkisini arttırıyor.
Hem Kâbe’yi hem de bu tür partileri görmüş biri olarak diyebilirim ki ikisinde de benzerlik müthiş. Yüksek bir ses. Vücutların hipnotize şekilde Kâbe etrafında dönmesi. Yüzlerce kişiyle benzer uyum içinde dönerek tavaf yapmak, elektronik partide yüzlercekişiyle bedenin ruhunuzdan ayrıldığını hissetmek gibi. Kendi benliğinizin önemi yoktur. Binlerce insanla geçmişiniz, geleceğiniz yoktur. O an vardır. Kolektif olan bir olmahâli ve o enerji ya da ne demek isterseniz o güçlü duygu iliklerinize kadar sizi titretir. Bu hissi bildiğimi için beni daha da etkiledi.

Konuşamayan Toprakların Sesi
Film, çölün ortasında bir rave partisi ile açılıyor. Çok sevdiğim Kangding Ray müzikleri eşliğinde…
Filmdeki karakterlerin yaşadıkları Batı ülkelerde dışlanan insanlar olduğunu ilk görüşte tahmin edebiliriz. Aykırı görünüşleri, ekonomik olarak alt sınıf olmaları, aralarında iki fiziksel engelli kişinin olması gibi. Bunlar gittikleri topraklarla paralellik gösteriyor. Batı’nın dışladığı kendi çocukları ve Batı’nın dışladığı diğer topraklar. Aslında ortak özellikleri dışarıda kalmış olmaları.
Şimdi biraz Rave kültürüne bakalım. İngilizce to rave fiili, “çılgınca bağırmak, kendinden geçmek, delice konuşmak” anlamına gelir. Sabaha kadar süren, yüksek tempolu, elektronik müzik eşliğinde yapılan özgür dans buluşması. Rave kültürü 1980’ler İngiltere’sinde neoliberal baskıya, işçi sınıfı çöküşüne ve tüketim toplumuna bir tepkidir. Ev partilerinde, endüstriyel alanlarda, ormanlarda gizli düzenlenen partiler: “Bu sistemin içinde özgür olamıyorsak, kendi ritmimizi kurarız.” Dans burada bir protesto biçimi hâline gelir. Beden sistemin işlevsel parçası olmaktan çıkar, özgürleşir. Zaman çizgisel olmaktan çıkar, döngüsel hâle gelir (tıpkı beat gibi). Ego çözülür, ben yerini biz’e bırakır. Dolayısıyla rave sadece “eğlence” değil, bedenin politik, mistik ve teknolojik bir direniş biçimidir.

Elektronik müzikteki ritim, tekrarlayan döngü, yapay tınılar hepsi insana şunu hatırlatır: “Zihin bedenden çıkabilir. Bilinç dijitalleşebilir.” Elektronik müzik transhümanisttir: İnsanın doğayı, bedeni, hatta kimliği aşabileceğine inanır. Tekrarlayan beat’ler, meditatif bir trans yaratır. Bu, Sufi zikirinden Berlin tekno sahnesine kadar ortak bir deneyimdir, birey benliğini kaybederek bir tür “kolektif beden”in parçası olur. Tekrarlayan ritimler zen veya zikr meditasyonu gibi zihni boşaltır. “Kısa bir zaman içinde sonsuzluk” hissi verir, tasavvufî fenâ fillah deneyimiyle paralellik gösterir. Fenâ (فناء): Yok olma, fanilik, ortadan kalkma. Fillâh (في الله): “Allah’ta”, yani Tanrı’nın varlığında. Birlikte anlamı: “Kendi benliğini, varlığını, egonu Allah’ın varlığı içinde eritmek.” Bireyler zikirdeki tekrarlar, def ve zikir sesiyle dansla kendilerinden geçerler. İkisinde de trans hali vardır. Filmin çekimleri bu trans halini iliklerine kadar hissetmenizi sağlıyor. Kameranın yavaş tekrarları, doğal sesler ve minimal hareketler elektronik müzikteki drone gibi, izleyiciyi varoluşun sessizliğine bırakır. Bu da hem nihilizmin boşluk hissini hem de tasavvufun meditasyon deneyimini birleştirir. Boşluk hem kayıp hem de potansiyel doluluğun alanı olur. Laxe’nin filminde sessizlik ve tekrarlayan görüntüler, tam bir “sinema-zikir” deneyimi sunar. İzleyici, tıpkı zikr sırasında olduğu gibi ego ve anlamın günlük sınırlarını aşar. Hiçliği bize bilinçli olarak kucaklatır.
Elektronik müzik ve meditasyon deneyimi bedenle sıkı bir bağlantı kurar. Bass ve frekanslar, kalp ritmi ve nefesle rezonans kurar. Elektronik müzikte, özellikle techno veya trance türlerinde, 4/4’lük kick drum ve loop’lar, benzer şekilde bedenin ritmik bir makineye dönüşmesini sağlar. Sufi zikirlerinde def veya kudüm gibi davullar sürekli tekrar eder. Katılımcı ritme kendini kaptırır, ego kaybolur, “ben” algısı dağılır. Tekrarlar, yoğun ritimler, bedenin kendini bırakması, kolektif trans, “ben”in çözülmesi. Zikirde amaç nefes, ritim ve hareketle Tanrı’ya yakınlaşmaktır. Dansta ise özgürleşme, tasavvufta bu özgürleşme Allah’la bir olma anlamı taşır. Her ikisi de, bilimsel olarak bakıldığında, alfa ve theta beyin dalgalarını tetikleyip meditatif bir hâl yaratır. İkisinde de ses, insan bilincini trans hâline sokan bir araç olarak kullanılır. Sirât, elektronik müzik ve meditasyon deneyimiyle birleştirildiğinde, nihilizmin boşluğunu tasavvufî anlam potansiyeliyle doldurur. Boşluk artık korkutucu değil; bir “geçit”tir — tıpkı film adı gibi, Sirât’taki ince köprü gibi.

Filmin müziklerini yapan Kangding Ray’i çok sevmeme rağmen filmin yaşattığı ağırlığı henüz taşıyamadığım için bir süre dinlemeyeceğim sanırım.
Hac kafilelerinde ölenler, rave’de ölenler… çölün ortasında ölenler… anlamsız bir ölüm mü yoksa zaten hayatın kendi içindeki anlamsızlığının kucaklayıcı bütünlüğü mü? Geçmişin ya da geleceğin bir önemi yok. Şans eseri hayattasınız ve onu hissetmenin anlamsızlığı.
Mayınlar, ülkelerin politik yapıları, savaşlar… Sıradan insan kendine yabancı çatışmalarla baş başa kalıyor. Yine bir anlamsızlığın ortasında… Konu sadece Moritanya’nın sorunu değil, sınırlar, güvenlik, korunma; bunlar artık yeni dünya için anlamsız şeyler.
Bu seyahat eden Fransız ve İspanyollarla birlikte göçmenlik kavramını yeniden sorguluyoruz. Göçmen dediğimizde ilk aklımıza gelen 3. Dünya ülkeleri iken, bu film Batılı olarak sizi göçmen yolculuğuna çıkarıyor. Bir göçmen için tüm bu yaşanılanlar sıradan hayatın ta kendisi. Normali. Bizi bu kadar etkileyen ve rahatsız eden bu deneyim onlar için kurtuluş yolu. Aslında hayatın kendisi de bir yol ve göç hikayesi. Ölüm ve yaşam…

Yazının buradan sonraki kısmı filmin olay örgüsüne dair detaylı spoiler içermektedir.
Filmdeki rave yolcuları ile Luis’in farklılıklarını görüyoruz. Her şeyi paylaşanlar ve onlardan paylaşımı öğrenen Luis. Onların kaybedecek bir şeyi yok. Hac yolunda yolu sevenler gibi devam ediyorlar. Birinin kolu yok, diğerinin bacağı. Luis’in kaybedeceği bir oğlu ve hâlâ kayıp olan bir kızı var. Onun da kaybedecek bir şeyi kalmadığında, rave yolcularını anlamaya başlaması. Yasını orada o trans müzikte onlar gibi hiçliğini keşfetmeye başlaması ve onların bilincine gelmesini izliyoruz. Artık onlarla daha aynı frekansta. Kaybedecek bir tek canı var, onun da artık pek bir önemi yok.
Yine aynı şekilde mayın tarlalarından Luis geçerken artık gerçek bir sirât’tadır ve cehennemini bu dünyada yaşamıştır. Artık acının içinden geçmiştir. Sınavını vermiştir ve sırat köprüsünden bu rahatlıkla geçer. Düşünmeden… Ardından etkileyici bir şekilde rüzgar çıkar. Kumdaki ayak izleri silinir. Şimdi diğer ikili geçecektir. İzleri takip edemezler. Rüzgardan silinmiştir. Çünkü herkesin sırat’taki sınavı farklıdır. Herkes kendi sıratından geçer.
Filmin son sahnesinde derin bir yol sınavından geçen Luis ve iki kişi trende oranın halkıyla hareket etmektedir. Karakterler yine oradaki topluluğun içine karışmış. Yüzlerce insan trenin üzerine çölün sıcağında tüm sessizlikleri ile gözleri kısık yola bakmaktadır. Bizim izlerken dayanamadığımız bu zorlu sınav onların hayatının ta kendisi. Normali. Burada hissettiğim acıyı tarif etmem mümkün değil sanırım. O trende hep birlikte yol alıyoruz, halbuki.
Nihilizm, temelde “hiçbir şeyin anlamı, değeri ya da amacı yoktur” iddiasına dayanan felsefi bir görüştür. Kelime, Latince nihil (“hiç”) kelimesinden gelir. Nihilizm, özellikle değerler, anlam ve yaşam amacı konularında şüpheci ve bazen karamsar bir bakış açısı sunar. Hayatın özünde anlamı olmadığını savunur. İnsan varlığı, evrenin büyüklüğü karşısında önemsizdir.
