Bir Sovyet Hayali: Agit Trenleri ve Hareket Halindeki Propaganda

Yazan: Emirhan Coşkun

Karanlık, kar kaplı bir kasabanın demir raylarına uzanan bir hikâyeyle başladı her şey. Uzaklardan gelen düdük, vagonların hafif hışırtısı, sonra bir anda filizlenen projektör ışığı — beyaz bir perdede devrimin yüzleri, fabrikaların dumanı, sokaklardaki insan kalabalıkları belirdi. Sesi takip eden çocuklar, kadınlar, yetişkinler istasyonu bir anda dünya meydanına dönüştürdü. Gelen, rayların üzerinde hareket eden umut, istek, emek ve öğretiydi; gelen agit treninin ta kendisiydi. O an için devrim, raylar üzerinde konuşur, sesini karanlığın içine salar ve insanların yaşamlarına dokunurdu.

Yazıma biraz edebi bir tonda girmek istedim. Bunun nedeni, ne zaman Sovyetler Birliği ile ilgili bir yazı yazsam, kendimi kah Moskova’da Bolşoy Tiyatrosunda bir Meyerhold oyunu izlerken kah da Tretyakov Galerisi’nde İlya Maşkov’un Avangart eserlerini incelediğim retrospektif bir serginin içinde hissediyor olmamla alakalı. Agit trenlerini yazmak için de aynı heyecanla oturdum bilgisayarımın başına. Haydi, gelin hep birlikte agit trenlerinin ilk vagonuna binip yola koyulalım.

Nedir Bu Agit Trenler?

“Sinema, tüm sanatlar içinde en önemlisi” diyecek kadar vizyoner bir lider olan Vladimir Lenin, sinemaya yüklediği bu değerle ülkedeki her makineyi bir politika aracına dönüştürme arzusundaydı. Özellikle o dönemki Sovyetler Birliği demografisini düşününce, sinemanın okuma yazması sınırlı geniş kitlelere doğrudan ulaşma gücünün öneminin farkındaydı. Agit trenleri, bu fikri fiile döken hareketli merkezlerdi — bir vagon matbaa, bir vagon kütüphane, bir vagon küçük bir tiyatro, bir vagon ise sinema salonu olarak düzenlenirdi. Gösterilen filmler, kısa haberler, eğitici klipler ve propaganda skeçleri; dağıtılan broşürler, okuma seansları ve halk toplantılarıyla tamamlanırdı. Çarlık rejimi Rusya’nın dış kesimleri, Sibirya ve Ukrayna topraklarına dağınık ve izole bir yaşam uygun görmüştü. Bu nedenle, bu topraklara bırakın sanat etkinliklerinin, günlük gazetelerin bile gitmesi mümkün olmuyordu. Okuma yazma oranları çok düşüktü. 

Aslında trenlerin ilk kullanım amacı, Kızıl Ordu’nun, Beyaz Ordu’ya karşı olan mücadelesine küçük yerleşim yerlerindeki halkın desteğini kazanmaktı. Rusya’nın geniş coğrafyasında demiryolu ağı oldukça genişti. Bu nedenle, trenler ülkedeki en önemli ulaşım araçlarından biriydi. Kızıl Ordu komutanı Lev Troçki, askeri noktalar arasında hızlı hareket edebilmek için kendi karargâhını bir tren vagonuna kurdurmuştu.

1918 yazına gelindiğinde trenlerin yalnızca bildiri taşıyan araçlar olmasının ötesine geçilmeye karar verildi. Artık trenler bir agittrop, yani ajitasyon ve propaganda treni olarak kullanılacaktı. İşte agit ya da ajit treni kavramı da buradan türemişti. İlk trenin adı da VI. Lenin olmuştu (VI kısaltması, Roma rakamı olarak “altı” sayısını ifade etmemektedir. VI, Vladimir Ilyiç’in kısaltmasıdır).

Rayların Üzerindeki Sanat

Agit trenlerinin tek kullanım amacı propaganda değildi elbette. Trenler, aynı zamanda bir sanat laboratuvarıydı. Bu trenlerde görev alanlar, kalem tutan memurlar değil; sözüyle, kamerasıyla, görüntünün nabzını tutan devrimcilerdi. Mayakovski, El Lissitsky ve Kazimir Malevich gibi önde gelen Sovyet sanatçıları, vagonların dış yüzeylerini boyamakla görevlendirilmişlerdi. Çalışmalar oldukça cesur ve akılda kalıcıydı, ancak bazı zamanlarda kültür seviyesi düşük olan kırsal kesim tarafından fazla soyut bulunduğu için eleştiriliyordu.

Nihayetinde VI. Lenin’in başarısı tüm Sovyetler Birliği’nde geniş yankı uyandırdı. Bolşevik hükümeti, dört ek ajit treni daha oluşturulması emrini verdi. Bunların adları ise şunlardı:

Krasnyi kazak (Kızıl Kazak)
Krasnyi vostok (Kızıl Doğu)
Sovetskii kavkaz (Sovyet Kafkasya)
Oktiabrskaia revoliutsiia (Ekim Devrimi)

Agit Trenleri ve Sinema

Agit trenlerinin en çok ilgi çeken bölümü, hiç kuşkusuz sinema vagonuydu. 1910’ların sonu ile 1920’lerin başında, sinema hâlâ yeni bir mucizeydi — hareket eden görüntünün büyüsü, halk için neredeyse sihirle eşdeğerdi. Üstelik bu sihir, artık devrimin bir hizmetkarıydı. Lenin’in sinemaya verdiği öneme değinmiştik. İşte bu noktada aldığı bir kararla birlikte, 1919’da tüm sinema işletmeleri kamulaştırıldı. Sinema, artık burjuvadan ziyade halkın bir eğlence aracı yapılacaktı. Eğlence diyorum çünkü filmler salt propaganda üzerine olmuyordu. Örneğin, 1924 yılında Vertov’un “Sovyet Oyuncakları” adlı animasyon filmi çocuklar için üretilmiş bir filmdi. Her ne kadar elimizde olgusal bir kanıt bulunmasa da bu tip filmlerin de agit trenlerinde oynatıldığı varsayımına inanıyoruz.

Sinema vagonu genellikle trenin sonuna eklenirdi; kapakları açılıp bir perde gerildiğinde, köy meydanı bir anda sinema salonuna dönüşürdü. Jeneratörler devreye girer, sessiz filmlere eşlik eden canlı müzik sesleriyle birlikte karanlıkta yüzler aydınlanırdı. Gösterilen filmler çoğu zaman Dziga Vertov’un çektiği Kino-Nedelya (Sinema Haftası) ya da Kino-Pravda (Sinema Gerçeği) adlı haber bültenlerinden bölümlerdi. Bu filmler, yeni kurulan Sovyet rejiminin icraatlarını, işçilerin üretim sahnelerini, cephedeki askerleri, Lenin’in konuşmalarını ya da devrim kutlamalarını içerirdi. Yani bu trenler, bir anlamda ülkenin hareketli gazeteleriydi. Halk, yalnızca haber almakla kalmaz, kendi yaşadığı ülkenin yüzünü de görürdü — daha önce hiç görmediği şehirleri, fabrikaları, insan kalabalıklarını.

Bu, sadece bir propaganda eylemi değil, aynı zamanda bir birlik duygusu yaratma pratiğiydi. Çünkü Sovyetler’in geniş coğrafyasında, farklı dilleri konuşan, farklı yaşam biçimlerine sahip halklar vardı; sinema ise bu farklılıkları aynı perdeye taşıyabiliyordu. Görüntü, sözcüklerden daha hızlı dolaşan bir dil haline geldi. Devrim artık bildirilerde değil, ışığın titreşiminde, hareketin kesintisiz akışında konuşuyordu.

Sinema vagonu bu yüzden sadece bir eğlence ya da propaganda aracı değil, devrimin kendi kendini seyretme biçimiydi. O beyaz bez perdeye yansıyan şey, yalnızca film kareleri değil, devrimin yüzüydü — hem umutla, hem yorgunlukla, hem de hareketin bitmeyen coşkusuyla.

Agit Trenleri Sinemasında Estetik ve İdeoloji

Dziga Vertov, agit trenlerinin yalnızca bir propaganda hattı değil, aynı zamanda sinema dilinin yeniden icat edildiği bir deney alanı olduğunu fark eden ilk sanatçılardan biriydi. Kinoglaz, yani sine-göz teorisi, tam da bu trenlerin pratiğinden doğdu. Vertov’a göre kamera, insan gözünden daha güvenilir bir tanıktı; çünkü duyguya, önyargıya ya da sınıfsal algıya sahip değildi. Kamera, gerçeği yalnızca görmekle kalmıyor, onu dönüştürüyor, “yeni bir bilinç biçimi” yaratıyordu.

Agit trenleri, tam olarak bu fikri yansıtıyordu. Vertov ve ekibi, trenle köyleri gezerken hem film gösterimleri yapıyor hem de yeni görüntüler topluyordu. Bu, tek yönlü bir propaganda hattı değil; görme alışkanlıklarının çift yönlü bir değişimiydi. Halk kameraya bakarken kendi hayatını ilk kez bir “konu” olarak görüyordu. Vertov bu görüntüleri Moskova’ya döndüğünde montaj masasında yeniden bir araya getiriyor, parçalı sahneleri devrimci bir bütünlüğe dönüştürüyordu.

Onun montaj anlayışı, ideolojik bir tercihten öte, politik bir yöntemdi. Vertov’a göre, dünyayı devrimle yeniden kurmanın yolu, görüntüyü de aynı şekilde yeniden kurmaktan geçiyordu. Nasıl ki devrim, toplumun yapısını parçalayıp yeniden düzenliyorsa; montaj da görüntüyü parçalıyor, yeni bir anlam örgüsü yaratıyordu. Bu yüzden Vertov’un sineması, anlatı kurmaktan çok, düşünce kurmayı hedefliyordu.

Sovyetler’de sinema, bu bakış açısıyla yalnızca bir sanat dalı değil, toplumsal eğitimin bir uzantısı haline geldi. Agit trenleri, bu eğitimin raylardaki biçimiydi. Kameranın kaydettiği her kare, yalnızca bir olayın belgesi değil, “yeni insan”ın doğuşuna dair bir veri olarak görülüyordu. Vertov’un kinoglaz’ı, işte bu yüzden sadece bir estetik teori değil, doğrudan bir devrim pratiğiydi — gözün, dünyanın değişimindeki aktif rolüne dair radikal bir inanç.

Agit Trenlerin Mirası

Agit trenlerinin başarısı, beraberinde agit tramvayları, agit vapurları ve agit botu gibi çeşitli varyasyonları da beraberinde getirdi. Amaçlar aynı, araçlar farklıydı. Ancak agit trenlerin tek mirası bu değildi. Özellikle gezici sinema kavramını, yıllar içinde politik sinemanın temel yöntemlerinden biri haline getirdi.

Somut bir örnek vermek gerekirse; 1950’lerde Küba’da, ICAIC (Küba Sinema Enstitüsü) yönetmenleri ülkenin ücra bölgelerine ulaşmak için “cine móvil” adını verdikleri gezici sinema kamyonlarını tıpkı agit trenleri gibi jeneratör, projektör ve taşınabilir perdeyle donatmasını söyleyebiliriz. Gösterilen filmler, devrim sonrası Küba’nın inşa sürecini, işçilerin ve köylülerin yaşamını anlatıyordu. Sinemanın bir “halk buluşması” haline gelmesi fikri, doğrudan Sovyet deneyiminin mirasıydı.

Benzer bir etkiye 1960’lardaki Latin Amerika Üçüncü Sınıf Sinema akımında da rastlıyoruz. Fernando Solanas ve Octavio Getino’nun La Hora de los Hornos (Fırınların Saati) gibi filmleri, seyircinin pasif izleyici değil, politik özne haline gelmesi gerektiğini savunuyordu. Bu anlayış, agit trenlerinin halkla kurduğu doğrudan ilişkiyi başka bir tarihsel bağlamda yeniden üretti. Sinema, artık yalnızca bir anlatı değil, bir eylem biçimiydi.

Bugün bile, belgesel aktivizmin temelinde bu gezici sinema geleneğinin izleri sürülüyor. Afrika’da Mobile Cinema Foundation gibi oluşumlar, köylere gidip toplumsal bilinçlendirme filmleri gösteriyor; Hindistan’da feminist sinema kolektifleri taşınabilir projektörlerle köy meydanlarında gösterimler düzenliyor. Hatta Türkiye’de dahi, kimi bağımsız belgesel ekipleri taşra gösterimlerini “seyirciyle yan yana olma pratiği” olarak tanımlıyor.

Kısacası agit trenleri yalnızca Sovyetlerin bir propaganda aracı değildi; aynı zamanda sinemanın toplumla kurduğu ilişkiyi temelden değiştiren bir fikirdi. Bugün, filmlerini, belgesellerini ya da animasyonlarını büyük bir salon yerine bir köy okulunda ya da bir mahalle kahvesinde gösteren yönetmen ve yapımcılar da farkında olmadan agit trenlerinin kurduğu o rayların üzerinde ilerliyor.

Hareket Eden Bir İdealin Peşinde

Size belki biraz iddialı bir cümle gibi gelecek ama bence bağımsız sinema, idealini az da olsa yalnızca biçimsel olarak değil, dağıtım, erişim ve ideolojik bilinç meselelerinde de agittrop projesine borçlu. Günümüzde kendisine “özgür” diyen sinemacılar bile, üretim aşamasında özgür olsalar dahi gösterim alanında sınırlı kalabiliyorlar. Filmler çok fazla şey söylemek istese bile, büyük salonlarda gösterime giremediklerinde söylemek istedikleri şey eksik kalıyor. Oysa agit trenleri bu zinciri kıran ilk halkanın bir temsiliydi. Film, seyircisini beklemiyordu; ona doğru yola çıkıyordu. Sinema bir ürün değil, bir buluşma pratiği haline gelmişti. Haddim olmayarak söylüyorum belki bunu ama bugün bağımsız sinema da hikâyeyi sadece göstermekle kalmayıp onu her koşulda ve her yerde taşımalı ve paylaşmalı.

Geçmişe baktığımda agitrop projesini tarihin soğuk sayfalarına gömülmüş bir propaganda aygıtı olarak görmüyorum. Aksine, her geçen gün daha da kabuğuna çektirilmek zorunda bırakılan sanatın halkla yeniden bağ kurabileceği bir dönüm noktası olarak anıyorum. O trenler, tramvaylar, vapurlar ve botlar sadece filmleri değil, fikirleri, hayalleri ve insan yüzlerini de taşıdı. Sibirya’nın köyünde büyüyen bir çocuğun sinemayla ilk tanıştığı o büyülü andaki surat ifadesini Petrograd’a, Moskova’ya, Kiev’e, büyük evlerin büyük avlularına taşıdı.  Her durağında sinemanın bir duvarla değil, açık bir ufukla var olabileceğini gösterdi. Belki de bugün, bağımsız sinemanın en devrimci adımı, yeniden raylara çıkmaktır — kamerayı omza alıp, perdesini gökyüzüne gererek… Çünkü o ilk trenin ışığı hâlâ sönmedi; yalnızca başka istasyonlarda, başka hikâyeleri bekliyor.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir