Kararlarımızın ne kadarı bize ait? Peki ya hayatlarımızın? Bir gün içerisinde kaç saatinizi satarak kendinize bir yaşam oluşturdunuz? Emeğinizin ve karşılığı arasındaki dengesizlik sizi de mutsuz ediyor mu? Elde ettiğiniz geliri kime ve neye harcadığınızın kontrolü gerçekten sizde mi? Siz de bazen kendi hayatınızın değil de başkasının hayatını yaşıyormuş gibi hissediyor musunuz? Hayır, psikoloğunuz olmaya niyetlenmedim, olamam da zaten. Niyetim “Şebeke dışı” denilen Off-Grid yaşama odaklanmış bu filmlerin yaratacağı hislere ve düşünlere ilişkin kısa bir giriş yapmak. Filmlerin bazısında bu sorular çevre ve ailelerin etkisinden arınma isteğinden kaynaklanırken bazısında yaşanılan yeni veya eski travmalardan ötürü ortaya çıkar. Kahramanların kimisi güvenmedikleri siyasi, ticari ve toplumsal oluşumların parçası olmayı reddedip kendi kendine yeten hayatlar kurma çabasındayken kimisi de tamamen ekonomik sebeplerden ötürü yalnızca kentsel kaynakların değil aynı zamanda gelenekselleşmiş sistemlerin de dışında konumlanır. Bir kere off-grid olma kararı verdikten sonra atılacak adım ise doğaya dönmek veya yolda olmak. Çünkü bu filmlerin kahramanları bilir ki hasta olduğunuz yerde iyileşemez, aradığınız cevapları ve özgürlüğü bulamazsınız. 1978’den beri North Carolina’nın ormanlarında tamamen kendi kendine yeter şekilde, çoğunlukla tek başına yaşayan Eustace Conway’in de dediği gibi kültürümüze, yaşadığımız yere kelepçelenmiş değiliz. Öyleyse hadi yola çıkalım… en azından sanal olarak… aşağıdaki filmleri izlerken.
Into the Wild (2007)
Sean Penn tarafından senaryosu yazılan ve yönetilen Into the Wild, Chris McCandless isimli gezginin hayat hikayesine dayanmakta. Bilhassa ailenin ve toplumun etkisinden arınmak için verilen çaba gibi görünen film, ilerledikçe başarısız bir firarı anımsatır. Chris McCandless için yolda olmak, yeni deneyimler yaşamak, hatıralar biriktirmek ve de “sıçan yarışının” dışında olmak muazzam bir his. Fakat kaçtığımız şey kendi içinizde ise isminizi ne yaparsanız yapın, nereye giderseniz gidin özgürleşmek mümkün olmayabilir. İnsanlar kurdukları anlamlı ilişkiler kadar mutlu olabiliyorlar, anlamlı bağların yokluğu, azlığı veya çeşitli sebeplerle bunlardan kaçınılması ömrün anlamsızlaşmasına, heba edilmesine sebebiyet verebilir. Affetmek ise bazen karşı taraftan çok insanın kendi özgürlüğü için yapması gereken bir eylemdir.
Wild (2014)
Bu tarz filmleri seven insanların Into the Wild ile en çok kıyasladığı film sanırım Wild’dır. Her iki film de gerçek hayat hikayelerine ve travmatik hatıralara dayansa da ikisinin arasında büyük farklar olduğunun altını çizmek lazım. Örneğin Into the Wild’da yola çıkma dürtüsü kişinin kendisi dışındaki durumlara verilen tepki iken Wild’da bu dürtü esasında içeriden gelmekte. Dolayısıyla Wild’da Cheryl Strayed ile yürürken daha yakından izlerken bulabiliyorsunuz kendinizi. Başımızdan illa aynı veya benzer olaylar geçmemiş olsa da tıpkı onun gibi bizler de bazen sorumluluk alamayacak kadar yorgun, isteksiz ve hatta korkak hissetmişizdir. Böyle anlarda kimimiz gibi önce sağlıksız seçeneklerde kaçış arayan Cheryl, birey olmak adına gösterdiği son çabasından özgüvenli ve blinçli bir insan olarak çıkar. Attığı her adımda, vazgeçtiği her eşyasında, yazdığı her sayfada başladığı yerden uzaklaşırken kendisine yaklaşan Cheryl’in bize gösterdiği en önemli şeyler ise hayatı olduğu gibi kabullenip kendimizi affedecek cesarete sahip olmaktır.
Captain Fantastic (2016)
Captain Fantastic’i izlemek Ben Fogle’in BBC Earth için çektiği belgesellerdeki aileleri hatırlattı. Aradaki tek fark filmdeki Ben’in sisteme karşı oldukça öfkeli ve küçümseyici yaklaşması. Aslına bakarsak onu kim suçlayabilir ki? Oldukça off-grid yaşayan sekiz kişilik bir aileye odaklanan filmde ruhsal problemler yaşayan annenin (Leslie) intihar ettiği haberi gelince dengeler değişmeye başlar. Ben ve Leslie tarafından fiziksel ve zihinsel olarak yaşıtlarından son derece üstün şekilde yetiştirilmiş olan çocuklar için hayatları boyunca hiç almadıkları bir ders söz konusudur; sosyal beceriler. Bu konuda Ben’in ve Leslie’nin miyop kalmış olması bir bakıma anlaşılabilir. Çünkü ikili birbirini modern hayatlarını yaşarken bulup yabana yerleşme ve yaşadıkları toplumu arkalarında bırakma kararı almışlardır. Zaten toplumun da sosyal beceriler konusunda imrenilecek halde olduğu söylenemez. Fakat çocukların böyle bir seçim yapma imkanı hiç olmamıştır. Dolayısıyla Ben’in artık hem tek başına ebeveyn olmaya alışması hem de çocuklarına da yetişkin bireyler gibi kararlar alma özgürlüğünü vermeye başlaması gerekmektedir. Captain Fantastic; eğitim sistemimiz, modern hayatımız, popüler kültür ve daha birçok eleştirisinde bağırıp çağırmadan üzerimize somut kanıtlarla bilgi yığarken bir yandan da rahatsız ediyor. Çünkü bizler de bu fantastik aile vs diğerleri denildiğinde diğerleri grubunda yer aldığımızı fark ediyoruz.
Leave No Trace (2018)
Leave No Trace, Oregorn’da eyaletine ait ormanlık bir alanda, toplumdan bağımsız bir şekilde yaşayan bir baba ile kızının hikayesini anlatmakta. Babanın travma sonrası stres bozukluğu (ptsd) yaşadığı gayet aşikar olmasına rağmen ikisinin de sosyal normlara veya başka insanlara zarar veren bir hayatı yok. Hatta kızın eğitim durumu yaşıtlarından çok daha iyi düzeyde (yeri gelmişken es geçilmeyen bir eğitim sistemi eleştirisi daha). Baba ise ideal koşullarda yaşamamalarına rağmen ptsd’sine doktorun yazabileceğinden çok daha yararlı bir ilaç bulmuş. Bu noktada diğer özgürleşme ve iyileşme hikayeleriyle aynı görünse filmin odak noktası aslında ikilinin yetkililer tarafından fark edildikten sonra toplumun parçası haline gelmeleri için zorlanmalarında. Bir bakıma farklı olmaları sanki “ehlileştirilmelerini” zaruri kılmış gibi. Fakat film ilerledikçe bir odak daha beliriyor; bu tarz hayatlar herkes için çözüm olmayabilir. Hatta aynı ailenin iki bireyi için bile bu durum böyledir. Sırf bir şeylere ya da bir yerlere uyum sağlamış olmanız bundan memnun olduğunuz anlamına gelmeyebilir. Yapılması gereken insanları kendi kararlarını vermeleri ve mutlu oldukları yerde bulmaları için özgür bırakmaktır.
Nomadland (2020)
Yönetmenliğini ve uyarlamasını Chloé Zhao’nun yaptığı film, 2008 yılındaki küresel krizde yalnızca işini değil tüm kasabasını kaybeden Fern’in hayatında verdiği en zor kararlardan birine odaklanır. Çünkü Fern, kalan eşyalarını bir depoya bırakıp hiç de TLC’deki küçük evlere hiç de benzemeyen karavanına binerek yola koyulur. Fern ile yoldayken 2009’da zirve yapmış olan workamperları, evsizleri ve toplum tarafından görünmez hale getirilmiş insanların birbirini buluşlarını izlemenin en güzel yanı hiçbir şeyin koca neon harflerle gözünüze sokulmaması. Ruhsal ve mental olarak büyük yüklerin üstesinden cesaretle gelmeye çalışan insanları dinlerken en çok ağır basan şeyin tanıklık etme hissi olması büyük bir başarı. Bunun bir kısmı birkaç isim haricinde karakterlerin gerçekte de bu şekilde yaşayan insanlar olması, kendilerini canlandırmaları; bir kısmı da film ekibinin çekim sürecinde setlerde değil de gerçekten de aşağı yuları aynı şekilde yaşamış olması. Yolda yaşamanın instagram postlarındaki karelerden farklı olduğunu çok net şekilde gösteren Nomadland bizlere ev, sahiplenme, toplum, hayat ve hatta ölüm gibi birçok kavram üzerinde sessizce düşünmek için değerli anlar sunan bir film.