Gündüz Apollon Gece Athena: Antik Mitler, Kayıplar ve Arayışlar

Yazan: Pelin Oduncu

Senaryosu ve yönetmenliğini Emine Yıldırım’ın üstlendiği Gündüz Apollon Gece Athena filmi, 28. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali kapsamında Ankara’da izleyiciyle buluştu. Çoğu izleyicinin “büyülenerek” çıktığı, dramın ve mizahın birbiriyle harmanlandığı film, festivalin gözde filmlerinden biri oldu.

Selda Taşkın’ın kurgu sürecini yürüttüğü filmin oyuncuları ise Ezgi Çelik, Lale Mansur, Selen Uçer, Gizem Bilgen, Deniz Türkali, Neyra Kayabaşı, Melih Düzenli ve Barış Gönenen. Filmin konusuna gelince; yetimhanede büyüyen Defne, hayaletleri görebilen ve onlarla konuşabilen biri. Bu yeteneğini ölen annesinin hayaletini görmek ve iletişime geçmek için kullanmaya karar verip, annesinin fotoğraf çektirdiği ağacı arıyor. Ve böylece görkemli Side Antik Kenti’ne geliyor. Defne’nin annesini arama serüvenine o dönemde ölen bir rahibe, radikal solcu Hüseyin ve pavyon şarkıcısı Nazife’nin hayaletleri de eşlik ediyor.

Fantastik ve mistik ögelerle örülü hikâyesini aynı zamanda modern bir zemin üzerine inşa eden Gündüz Apollon Gece Athena, yalnızca ruhlarla değil, mekânın kendi belleğiyle de bir diyalog kuruyor. Side Antik Kenti’nin zaman dışı görüntüsü, anlatının doğaüstü yapısıyla uyum yakalıyor. Film, sadece geçmişi mekânsal olarak çağırmakla kalmıyor; karakterlerin kişisel travmalarını da kolektif hafızayla iç içe geçiriyor. Yani mekân, anlatıya sadece yeren fiziksel bir yer olmaktan çıkıp onun bir parçası haline geliyor.

Bu noktada Defne’nin karşılaştığı ve anlatıyı yan öykülerle katmanlaştıran her bir hayalet ve onların kendi hikayesi, antik kentin kendi tarihiyle birleşiyor. Eril şiddetin, baskının, ahlaki ve geleneksel normların yalnızca modern yaşamın değil, aynı zamanda mitik dünyanın da bir parçası olduğunu gösteriyor. Yani toplumsal cinsiyet ayrımı, ötekileştirme ve şiddet gibi olgular, mitik anlatılardan bu yana varlığını sürdürüyor ki rahibe karakteri filmin sonlarına doğru açılan geçmişiyle tam da bunu anlatıyor.

İzleyicinin yüzünde çoğu zaman tebessüm oluşturan diyaloglarıyla Hüseyin’in hayaleti de Defne’nin yolculuğunda politik bir gönderme olarak karşımıza çıkıyor. Spoiler olmaması adına fazla bilgiye yer vermemek yerinde olacak. Ancak Hüseyin, sadece nostaljik bir figür ya da hayal ürünü değil; geçmişin bastırılmış seslerinden biri olarak filmde kendine sağlam bir yer buluyor. Onun varlığı, hem Türkiye’nin yakın dönem siyasi tarihine hem de bu tarihin bireyler üzerindeki yıpratıcı etkilerine ince bir dokunuşla değiniyor. Mizahi diliyle izleyiciyi güldürse de arka planda yatan acı ve adanmışlık hikâyesi, filmdeki diğer hayaletlerle birlikte “unutulanları” hatırlatma görevini üstleniyor.

Defne’nin temel motivasyonu olan annesini bulma çabasının, bu yolda karşılaştığı Nazife ve Hazar’ın hikâyeleriyle çatışması, filmin önemli yaratıcı gerilimlerinden birini oluşturuyor. Yıllar önce kocasını öldürmek zorunda kaldığı için bebeğinden koparılan Nazife’nin öyküsü, Defne’nin annesinin izini sürme süreciyle bir noktada kesişiyor. Bu kesişme, anneliğin çeşitli halleriyle, kadınlığın farklı biçimleriyle, aynı zamanda eril tarih ve eril yasalarla da güçlü bir biçimde yüzleşmemizi sağlıyor. Yönetmen, ‘annelik içgüdüsü’nün aslında bilinçli olarak yaratılmış yapay bir mit olduğuna özellikle Defne’nin annesi üzerinden, abartıya kaçmadan ve derinlikli bir şekilde dikkat çekiyor. Bu bağlamda, filmin birden fazla temaya kucak açarak onları eril tahakküm, siyaset ve toplumsal cinsiyet ayrımı ekseninde başarıyla birleştirmesi, yapımın en güçlü yönlerinden birini oluşturuyor.

28. Uçan Süpürge Film Festivali’nin film seçkisindeki pek çok diğer yapım gibi, bu filmin de türünü fantastik dramaya, kara mizaha dayandırması ve üslup olarak şiirsel-büyülü gerçekliği referans alması, filmin seyir zevkini yükseltiyor. Umutsuz finaliyle bir durum tespiti yapan filmlerin aksine umutlu, anlayışlı, düğümlerin bir şekilde çözüldüğü finali izleyicinin salondan gülümseyerek ayrılmasını sağlıyor. Kısacası, Defne gibi şu anki yaşamıyla baş etmeye çalışan bir karakterin özellikle rahibe, Hüseyin ve Nazife’nin hayaletleri üzerinden farklı tarihsel dönemlere ait bastırılmış kimliklerle bir araya gelişi, filme sosyopolitik bir derinlik kazandırıyor. Her bir hayalet, Türkiye’nin yakın tarihine dair sembolik bir izlek sunarken yönetmen ara ara güldürmeyi ara ara düşündürmeyi de unutmuyor. Filmin, 2025 İstanbul SİYAD Ödülü’nün ve “ Asian Future” kategorisinde 2024 Tokyo En İyi Film Ödülü’nün sahibi olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir