28. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali bugün başladı ve tam gaz sürüyor. Medya sponsoru olarak festival boyunca sahada olup günlük yazılarımızı paylaşacağız. İşte festivalin 1. gününde izlediğimiz filmler ve değerlendirmelerimiz.
On Saniye / Ceylan Özgün Özçelik
“Kaygı” filmiyle büyük beğeni toplayan yönetmen Ceylan Özgün Özçelik’in gerilim ve dram türündeki yeni filmi On Saniye, sükseli bir kolejden kedi öldürdüğü gerekçesiyle atılan Özgür’ün, ebeveynleriyle rehber öğretmen arasında yaşanan bir iktidar savaşına odaklanıyor.

Çocuğun okula geri alınması için mücadele eden anne ile durumu rasyonel sebeplerle açıklamaya çalışan rehber öğretmen arasındaki bu çatışma, gotik bir atmosfer ve “dutch angle” kamera kullanımıyla gerilim dolu bir anlatıya dönüşüyor. Yönetmenin ifadesiyle, “kutsal olan her şeye karşı” duruş, ebeveyn-çocuk ilişkisinin ötesine geçerek toplumsal hafıza ve değerlere de meydan okuyor. Son dönem Türkiye sinemasında ‘kötülük’ temalı anlatıları taşradan elit sınıfa taşıyan kamerasıyla Özçelik, bu derin meseleyi tür sineması, estetik tercihler ve yer yer yaptığı politik göndermelerle; cesur, mizahi ve gotik bir tonda ele alarak izleyiciden beğeni topluyor.
Naima / Anna Thommen
Yönetmen Anna Thommen’in Naima filmi, boşanmış göçmen bir annenin Venezuela’dan İsviçre’ye göç etmesinin ardından burada aldığı hemşirelik eğitimine odaklanıyor. Ergenlik çağındaki iki çocuğuyla birlikte İsviçre’de iş arayan ve buraya tutunmaya çalışan Naima’nın diploması geçersiz sayılır; bu nedenle sertifikalı hemşirelik stajı yapmaya başlar. Başarılı bir staj süreci geçirdiğini düşünen Naima, işlerin düşündüğü gibi gitmediği gerçeğiyle yüzleşir.

Filmin, yer yer kurmaca yer yer belgesel sınırlarında dolaşan bir dökü-drama olduğu söylenebilir. Naima’nın günlük yaşamına tanık olduğumuz giriş bölümünün ardından, birinci ağızdan boşanma sürecini ve çocuklarına bakabilme endişesiyle verdiği mücadeleyi dinlemeye başlarız. Filmin dikkat çeken yanı, bu mücadeleyi Naima’nın hayat dolu duruşu, özgün tarzı ve mizahi yapısına paralel biçimde dramatize etmeden aktarmasıdır. Estetik tercihleri ikinci planda kalsa da Naima’nın içinde bulunduğu ruh hâlini ve sıkışmışlığını yansıtan simgesel su sahneleri filmi bir nebze zenginleştiriyor.
My Stolen Planet / Farahnaz Sharifi
“Gezegenim aslında kendim olabileceğim bir yer.”
İran’daki Şah Devrimi’nden sonra yaşamına türbanla devam etmek zorunda kalan Farahnaz’ın kişisel arşivine dayanan bu belgesel, onun iki farklı dünyada yaşama deneyimini konu alıyor.

Farahnaz, bir yandan kendi evinde – istediğini içebildiği, dinleyebildiği, dostlarıyla birlikte toplumsal normlara, baskılara ve diktatörlüğe yer vermeyen bir özgürlük ortamı inşa ettiği – bir gezegende yaşıyor. Öte yandan, evinin kapısından çıktığı anda özgürlüğünü tutsaklığa dönüştürmek zorunda kaldığı, başkasına ait bir gezegende de yaşamını sürdürüyor. Özgürlük için kendini yakan kadınlar, öldürülen kadın ve erkeklerin tarihi kayıtları, başkalarına ait eski video görüntüleri ve Farahnaz’ın kendi telefonuyla çektiği son derece kişisel görüntüler filmin temel malzemesini oluşturuyor. Filmin en büyük başarısı ise geçmişteki özgürlüğün artık tamamen geçmişte kaldığını güçlü bir şekilde hissettiren kurgusal yapısı. Birinci ağızdan yapılan anlatım, doğal görüntülerle desteklenerek izleyiciyle güçlü bir bağ kuruyor. Seyirci tepkileri açısından da Festivalin en çarpıcı filmlerinden biri olduğunu söylemek mümkün; zira salondan gözyaşı dökmeden çıkan neredeyse kimse olmuyor. Bu dramatik etki, elbette anlatım dilinden kaynaklanmakla birlikte, yaşanan olayların hemen yanı başımızda ve hâlâ sürüyor olması, izleyicide derin bir etki yaratıyor.