Bağımsız Sinema Severler için Netflix’te 10 Film

Yazan: Hilal Işık

En geniş anlamıyla bağımsız filmler; büyük stüdyolar tarafından desteklenmeyen, genellikle kısıtlı bütçelerle çekilen filmler demektir. Bu tanım aynı zamanda gişe başarısı değil, yaratıcı fikirler ön plana alınarak üretilen eserler manasına da gelir. Zira gişe baskısının ortadan kalkması büyük bütçeli gişe filmlerinin yalnızca üst katmanlarını kazıyabildiği karmaşık beşeriyatı, toplumu ve kavramları derinlemesine irdeleme fırsatı sunar.

Büyük Hollywood stüdyolarına tabi olmamaları sayesinde kuralların ve denetimlerin boyunduruğundan uzaklaşabilen bağımsız filmler, farklı sesleri ve deneysel yaklaşımları destekler. Bu aynı zamanda her sınıftan, yaştan ve kültürden çeşitli insanların hem kamera arkasında hem de önünde yer almasını mümkün kılan bir zenginlik kaynağı sunar. Bu açılardan bakıldığında bağımsız sinema türden çok sinemanın tekelleşmesine karşı gösterilen bir tavır olarak görülebilir.

Bu tavır kimi zaman Alfonso Cuaron’un Roma‘sında olduğu gibi siyasal ve sınıfsal farklılıklar arasında var olmaya çalışan insanları; kimi zaman da John Carney’nin On the Edge’inde hayatı sorgulayan intihara meyilli gençleri konu alınır. Bazen Donnie Darko gibi ne olduğunu tam kestirememize rağmen kült mertebesine ulaşmış eserler yaratılırken bazen de Eternal Sunshine of the Spottles Mind gibi romantik bilimkurgular sunar. Hatta bazen, kulağa imkansız gelse de 19 günde çekilmiş olan, Whiplash gibi efsaneleri ortaya çıkartır.

Teknolojinin gelişmesinden pozitif şekilde etkilenen bağımsız sinema yaratıcıları günümüzde filmlerini çekmek, dağıtmak ve reklamını yapmak için birçok alternatife sahip. Söz konusu alternatiflerden bir ise Netflix. Dolayısıyla bu yazıda sizler için Netflix’te yer alan bağımsız filmleri derledik. Keyifli okumalar dileriz.

Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum (I’m Thinking of Ending This)

Genç bir kadın (Jessie Buckley) ayrılmayı düşündüğü erkek arkadaşının Jake’in (Jessie Plemons) ailesiyle tanışmak için yola çıkar. Gözlerden uzak aile çiftliğine vardıkları andan itibaren genç kadın sevgilisi ve kendisi hakkında bildiği her şeyi sorgulamaya başlar. Hatta tam da bu sebepten genç kadının ismi ve hayatına dair bilgiler değişiklik gösterir ve yavaş yavaş zaman ve mekan kavramları bulanıklaşmaya başlar. Kavramsızlık karakterleri ve anlatıcıyı özgürleştirmekten çok panikletir; ne yolculuk, ne çiftlik evi, ne kendileri ne de ilişkileri göründüğü gibi değildir. Iain Reid’in eserinden uyarlanan Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum, bu yönleriyle Charlie Kaufman’ın yönetmenlik becerisinin bir başka kanıtı adeta. Ayrıca John Malkovich Olmak, Tersyüz ve Sil baştan gibi filmlerden bildiğimiz Kaufman’ın filmlerini hazır cevaplarla sunmaktan kaçınması, izleyenlerin kendi deneyimlerini yaşamasına olanak sağlıyor. Ancak açık uçlar ve referanslarla bu denli dolu olan filmi izledikten sonra Charlie Kaufman’ınki dahil çok sayıda açıklayıcı yazıdan birine başvurmanız olası (tecrübeyle sabit).

Jim ve Andy (Jim and Andy: The Great Beyond)

Andy Kaufman 1939’da doğmuş oldukça başarılı ve sıradışı Amerikalı bir komedyendir. Önce eş dost arasında sonra da mekanlarda şovlarını yapmaya başlar. Tarzı dönemin oldukça ilerisindedir ve kimi şovları deneyseldir. Kimilerine göre komedyen değil çağdaş sanat üreticisidir hatta. 1984 yılında “şaibeli” olarak atfedilen ölümü gerçekleşmiştir. 1999 yılında ise Aynadaki Adam filmi ile Jim Carrey, Kaufman’ı canlandırır. Fakat ne Jim Carrey ne de canlandırdığı Andy Kaufman alelade insanlardır. Dolayısıyla Universal Stüdyoları müthiş bir öngörüyle filmin kamera arkası görüntülerinden belgesel yapma kararı almış. Çekimler sırasında Jim kendini canlandırdığı karaktere o kadar kaptırmıştır ki sette olmadık işler yapmaya başlamış. Adeta kendini kaybetmiş, Kaufman’ın reenkarnasyonu haline dönüşmüştür. Kamera arkasının çekimleri bittiğinde insanları Jim Carrey’den soğutur düşüncesiyle belgesel projesi Universal Stüdyoları tarafından iptal edilmiş. Ortadan kaldırılması düşünülen görüntüler ise Jim Carrey tarafından satın alınıp Vice Medya’nın Jim ve Andy’sine dek saklı kalmış. İnanın bu bilgiler daha belgesel türündeki Jim ve Andy’nin oluşum sürecine kadar yaşananların oldukça kısa bir özeti. Ancak bu kadarıyla bile ilgi çekici bir yolculuk sunan film; oyunculuğun, kişiliği oluşturan şeylerin ve hatta hayatın irdelendiği dakikalar vaat ediyor.

Bu Benim Dünyam Değil (I Don’t Feel at Home in This World Anymore)

Hemşire yardımcısı Ruth Kimke (Melanie Lynskey) düşünceli bir insandır. Kurallara uyar, başkalarının düşürdüğü eşyaları yerine koyar, hasta yakınlarının duyması gerekmeyen detayları kendine saklar, elindeki ürün sayısına göre kasaya girer. O bu kadar iyi niyetliyken bir gün içerisinde hastası o odadayken vefat eder, okuduğu kitapla ilgili spoiler alır, bahçesine yine köpek pislemiştir ve de en önemlisi evine hırsız girmiştir. Bir de üstüne polislerin nezdinde çalınan şeyler (dizüstü bilgisayar ve aile yadigarı gümüşler) Ruth’un hayatı için elzem olmadığından hiç de işbirlikçi değildir. Oysa Ruth olayın maddi boyutundan çok manevi yönden aldığı hasarla ilgilenmektedir. İnsanların bu denli düşüncesiz oluşundan bıkan Ruth, önce köpek pisliğini bahçesinde bırakan komşusu Tony’den (Elijah Wood) sonra da (ilginç bir şekilde arkadaşına dönüşen bu komşusuyla) hırsızından hesap sorma dürtüsü ile dolar. Ancak işleri göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Macon Blair’in yazıp yönettiği film, hayatı boyunca kibar ve anlayışlı olan Ruth’un yaşadığı varoluşsal kriz ile sıradan insanların kırılma noktalarına ulaşma sürecini ilgi çekici bir şekilde sunmayı başarıyor.

Paddleton

Michael (Mark Duplass) ve Andy (Ray Romano) birbirlerinin en yakın arkadaşıdır. Zamanlarını birlikte aynı kung fu filmini milyonuncu kez izleme, yapboz yapma ve Paddleton adını verdikleri squash benzeri bir oyun oynamakla geçirirler. Ancak Michale’e ileri evre kanser teşhisi konduğunda ve o da ölümü beklemektense ötenazi olmaya karar verdiğinde ikilinin arasındaki dinamik değişmek zorunda kalır. Zira Michael, kararını uygulamada Andy’den yardım ister. Paddleton, tıpkı ikilinin ötenazi ilaçlarını almak için altı saat boyunca yaptıkları yolculuğa benzer durgunlukta. Michael’in hastalığı karşısındaki sakinliği, Andy’nin altta yatan sebepleri belli etmeden dırdırlanması gibi akışın zirve noktasına ulaşması zaman alıyor. Ancak bütüne bakıldığında Michael ve Andy’nin karakteri, yaşadıkları hayat asla ekstrem noktalara sahip olmadığından bu durum da bir bütünlük sunuyor izleyene. Mark Duplass ve Alex Lehmann tarafından yazılmış olan filmin en başarılı yanı birbirlerinden başka arkadaşı olmayan ikilinin geride kalan vs. giden düşüncesi ile izleyeni kursağındaki düğüm ile film boyu tutması.

Rahatsız Ettiğim İçin Özür Dilerim (Sorry to Bother You)


Amcasının garajında yaşayan Afro Amerikalı Cassius Green (Lakeith Stanfield) bir tele pazarlamacı olarak iş bulur. Konuştuğu insanlarla iletişim kuramaması üzerine iş arkadaşı Langston (Danny Glover) ona “beyaz ses” ile konuşmasını söyler. Arkadaşının sözünü dinleyen Green çağrı merkezinin en başarılı elemanı olup yavaş yavaş şirkette yükselmeye başlar. Benliğinden uzaklaşıp olmadığı bir şey gibi davrandıkça yükseldikçe de üst kademelerdeki karmaşanın da bir parçası haline gelir. Aynı zamanda insan hakları savunucusu bir babanın oğlu olan müzisyen ve yapımcı Boots Riley’nin yazıp yönettiği film; ırk, kimlik karmaşası, şirket entrikaları, neredeyse kültürel hale gelen toplumsal riyakarlıkları sakınmadan sunan bir hiciv. Ancak filmin mükemmelliği oldukça önemli konulardaki nokta atışları yapışından ziyade bunu şahane bir absürd, distopik komedi türü örneğini olarak yapışında. Armie Hammer, Forest Whitaker, Terry Crew gibi isimlerin kamera önünde, Lily James ve David Cross gibi isimlerin sesleri ile katkıda bulunduğu Sorry to Bother you, kesinlikle atlanmaması gereken filmlerden.

Yenilik Tutkusu (Newness)

Dating uygulamalarının popüler olduğu ve sadece fotoğraflara bakarak iletişmeye çalışan günümüz insanı, bir ilişkisi olduğunda bunu nasıl daimi kılabilir? Bir çift ilişki başladığı zamanki tutkuyu ve sevgiyi sürdürmek için ne kadar “maceracı” olabilir? Martin (Nicholas Hoult) ve Gabi’nin (Laia Costa) ilişkisi tam bu sorular çerçevesinde şekilleniyor. Y kuşağına ait ikili Tinder benzeri bir uygulamada eşleşir ve buluşur. Kısa sürede ilişki istediklerini fark eden Martin ve Gabi, uygulamalarını siler ve sevgili olur. Buraya kadar modern romantik hikaye tadında ilerleyen film, eski eşler ve bağ kurulmaya başlanan üçüncü şahıslar ortaya çıktığında izleyeni yavaş yavaş gerçekliğe geri çağırır. İlişkinin ilk anlarındaki ilgiyi canlı tutmak adına farklı şeyler denemeye başlayan çift bir noktadan sonra tek eşlilik, taviz verme, tüketme eğilimi, sahiplenme duygusu gibi birçok olguyla boğuşmaya başlar. Ben Yorke Jones tarafından yazılan ve Drake Doremus tarafından yönetilen film nihayetinde ilişkilerle gelen sorumluluklardan, kötü günlerden ve incinmelerden Tinder ve benzeri uygulamalar kullanarak kaçılıp kaçılamayacağının cevabını izleyene kendi dilinde anlatıyor ve kurulan bağların emekle değerleneceğini anlatmaya çalışıyor.

Faydasız ve Aptalca Bir Hareket ( A Futile and Stupid Gesture)

National Lampoon, Amerikan mizah dergileri arasında en sıradışı, snob ve hatta anarşik tavırlılarından biridir. Bu açıdan kendisinden sonra gelecek olan mizah dergileri için oldukça önemli bir temel taşıdır. Peki ama kapak resimlerinden karikatürlerine; metinlerinden taşlamalarına çoğu kez sansasyon sebebi olan, dava edilen bu dergi nasıl hayat bulmuş olabilir? Eğer normal normların dışına çıkıp başarılı olan girişimler sizin de ilginizi çekiyorsa ve bu sorular aklınıza geliyorsa Faydasız ve Aptalca Bir Hareket tam aradığınız film. Derginin yaratıcılarından Dough Kenney’nin (diğer kurucusu Henry Beard’dir) hayatına odaklanarak anlatılan National Lampoon’un oluşum süreci adeta bir giriş dersi tadında anlatılmakta. Will Forte’nin canlandırdığı Dough Kenny’nin hayatını anlatmak demek tabii ki dönemin mizah anlayışından, tabularından ve nice mizah yazarından bahsetmek demek. Zira National Lampoon aynı zamanda Saturday Night Live’ın temeli olarak da görülmekte. Bu bakımdan film, çevresel manada dönemin isimlerini de öğretmekte. En büyük eksiği ise Dough Kenny ve National Lampoon’u bilenler için biyografik manada derinlemesine neden sonuç bağlantıları kurmadan, kaos ve karmaşa içinde tarihi tekrar etmesi diyebilirim. Ancak bahsedilenler ilk defa duyacağınız şeyler ise oldukça keyifli bir seyir sizi beklemekte.

Blue Jay

Mark Duplass tarafından yazılan Blue Jay, ayrıldıktan yirmi yıl sonra eski kasabalarında tesadüfen karşılaşan Jim ve Amanda’nın hikayesini konu almakta. Başrolü de üstlenen Mark Duplass ve Sarah Paulson’un oyunculuğu sayesinde eski sevgililerin birbirlerini gördükleri ilk andan geçmişi yad ettikleri ve yarım kalmışlıkların altında ezildikleri anlara kadar her anında izleyeni içine çekebiliyor. Oldukça küçük yan roller dışında başka oyuncusunun olmayışı göz önünde bulundurulduğunda Duplas ve Paulson’ın söz konusu başarısı bir kat daha değerli hale geliyor. Diyaloglar oldukça gerçekçi ve ilgiyi ayakta tutacak şekilde yazılmış. Biliyorsunuz bir sorun vardı, hatta sorunu az çok tahmin de edebiliyorsunuz ama yine de ikili birbirlerini bu kadar seviyorken hayat onlar için nasıl şekillendi merak etmeye devam ediyorsunuz. Siyah beyaz çekilmiş olması ilk başta filmin kasvetli olacağı hissini yaratıyor. Ancak kısa sürede Alex Lehman’ın ışığı, açıları ve konumlandırmaları başarılı bir şekilde ayarlayarak bu renksiz, soluk yerin ve hatta ikilinin anılardan oluştuğunu anlamamızı sağlıyor. Sonunu bile bile bu içten sevgi dolu filmi izleyip, çiftle birlikte eğlenip arkasından gelen nostalji dalgasına kendinizi bırakmanız dileğiyle.

The Invitation

Şu klasik “bir davet versen ve istediğin herkesi çağırabilsen kimi çağırırdın?” sorusu sorulsa The Invitation’ın yazarları Phil Hay ve Matt Manfredi’nin vereceği cevabı bayağı merak ettim. Zira filmleri iki yıldır görüşmediği eski karısının yemek davetini kabul eden Will’in ve diğer davetlilerin son derece asap bozucu, gerici hikayesini anlatıyor. Will daha daveti ilk aldığı anda bunu anormal karşılamıştır ki gece ilerledikçe hislerinde yanılmadığını anlayacaktır. Will kendini güvende hissetmemeye başladıkça “bir sorun var” düşüncesi iyiden iyiye huzursuz hissettirmeye başlıyor. Ancak bunun oluşundaki kafa karışıklığı, tadında yavaşlık, adım adım verilen ipuçları o kadar başarılı ki oturduğunuz koltuk bile tekinsiz hissettirmeye başlıyor. Geniş bir oyuncu kadrosuna sahip olan filmin Logan Marshall-Green dışında dikkat çeken ismi ise alışık rollerinin dışına çıkan ve gayet başarılı olduğunu düşündüğüm Michiel Huisman. Bu açılardan bakıldığında The Invitation, eğreti durmayan oyunculukları ve olay örgüsü ile Netflix’te bulabileceğiniz en başarılı psikolojik gerilim filmlerinden bir tanesi.

Private Life

47 yaşındaki Richard (Paul Giamatti) ve 41 yaşındaki eşi Rachel (Kathryn Hahn) çocuk sahibi olmaya karar verirler. Sorun yaşlarında olmamakla birlikte yaşları etkilidir. Ancak esas sorun Richard’ın bir testisi oluşu ve Rachel’ın da yeterince doğurgan olmayışıdır. Bu sebeple çift; 10 bin dolarlık tıbbi müdahale dahil evlat edinme, taşıyıcı anne ve her türlü opsiyonu ciddi ciddi inceler. Fakat verdikleri kararın oldukça uzun soluklu, yıpratıcı ve hem maddi hem de manevi yükleri beraberinde getirmesi çiftin hayatını zorlaştırmaya başlar. Film, tüm çocuk sahibi olmak isteyen çiftler için kabus tanımını net bir şekilde betimlese de Tamara Jenkins’in yazar-yönetmen olarak ustalığı sayesinde oldukça fazla komedi unsuru içermekte. Üst orta sınıf beyaz Amerikalılar’ın sorunlarını, kusurlarını anlatmada usta kabul edilen Jenkins’in eserinde o kadar çok ters köşe (kabul kimisi tahmin edilebilir), o kadar çok detay var ki film çocuk sahibi olarak sorunlarından kaçmaya çalışan klasik çift kalıplarının ötesine geçebiliyor. Dizi ve filmlerde çokça işlendiği için sıradanlaştığı düşünülen bu konuyu diyalogları, görselliği ve oyunculuğu ile boğmadan aktarabilen Private Life, bağımsız film severler için kayda değer bir seçenek.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir