“Ya hümanizm maskesini takmış bir katil olarak ortaya çıkacaksınız, ya da güzel ‘insan’ ismine layık biri olarak…”
Ningen no jôken (I) (1959)
Her güne yeni bir saldırı ve bombalama haberleriyle uyandığımız şu dönemde barışın ne kadar değerli olduğunu tekrar ve tekrar anlıyoruz. Antik çağlardan beri büyük savaşlara, kıyımlara ve acılara tanık olan insanoğlu her ne kadar savaşın ahlaki ve hukuki boyutunu gözetmeye çalışsa da günümüzde hala savaş suçları kolaylıkla işleniyor ve büyük insanlık dramlarına tanık oluyoruz.
Savaş karşıtı filmler çatışmaları ve katliamları eleştiren, savaşın tüm taraflar için bir kayıp olduğunu gösteren, kayıpların geri dönüşsüz ve yarattıkları boşluğun kalıcı olduğunu ısrarla vurgulayan, barış özlemiyle dolu yapımlardır. Sinema tarihi savaşın yıkıcı etkilerini gözler önüne seren önemli yapımlarla dolu olsa da öyle bir yönetmen var ki cephede geçen yıllarını ve tanık olduğu insanlık dramlarını toplamda 579 dakika süren destansı bir üçleme ile bizlere aktarıyor. Masaki Kobayashi ve epik başyapıtı Ningen No Joken (The Human Condition 1959-1961) serisi, savaşın vahşetini ve yitirilen insanlığı tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor.
Ülkemizde “İnsan Manzaraları” ismiyle bilinen üçleme Junpei Gomikawa’nın aynı isimli romanından uyarlanmıştır. Seri II. Dünya Savaşı’nın Japonya üzerindeki etkilerini ve dönemin toplumsal dinamiklerini ele alarak, kültürel ve tarihsel bir bağlam içinde şekillenir. Bu, Japonya’nın askeri genişlemeye giriştiği ve savaşın Japon toplumunu derinden etkilediği ve değiştiği bir zaman dilimidir. II. Dünya Savaşı, Japonya’nın yenilgisiyle sonuçlanmış, ülke işgal altına girmiş ve savaşın getirdiği travmalarla baş etme sürecine girilmiştir.
Yönetmen kitaba benzer şekilde altı parçaya böldüğü serisinde savaşın bireyleri ve toplumu nasıl etkilediğini detaylı bir şekilde gösterir. Bu, özellikle ana karakter Kaji’nin yaşadığı deneyimler üzerinden anlatılır. Seride idealist, pasifist ve vicdanlı Kaji’nin hayatta kalmak için her türlü acımasızlığı yapabilecek bir insana dönüşümü kapsamlı şekilde anlatılmaktadır.
Bu dönüşümün bu kadar başarılı aktarılmasında başrol Tatsuya Nakadai’nin payı çok büyük. Toshiro Mifune ile yollarını ayırdıktan sonra Akira Kurosawa’nın da yıldızı haline gelen Nakadai, keşfedilmesinden yükselmesine kadar olan süreçte Kobayashi ile çalışmıştır ve günümüzde sinema tarihinin en başarılı yönetmen-oyuncu ikililerinden biri olarak görülürler. Bu filmle ilk defa başrolde oynayan Nakadai performansının son derece zorlu olduğunu belirtmiş, hatta bazı dövüş sahnelerinde aldığı darbeler sonucu yaralanmıştır. Üstüne üstlük seride karla kaplandığı bir sahnede kameralar oyuncunun üstü tamamen kapanana kadar çekim yapmaya devam etmişlerdir.
Yardımcı oyuncu kadrosunun büyük bir kısmı, daha önce Kobayashi ile başka projelerde çalışmış veya daha sonra yönetmenin müdavimleri olacak deneyimli oyunculardır. O dönem gergin olan Çin-Japonya ilişkilerinden ötürü Mançurya çekimleri için Hokkaido kullanılmış ve Çinli karakterler Japon oyuncular tarafından canlandırılmıştır.
Perdede ve Gerçekte: Kaji ve Kobayashi’nin Paralel Hayatları
Filmler hakkında detaylı şekilde konuşmadan önce Kobayashi’nin hayatından ve baş karakterimiz Kaji’nin paralel hayatlarından bahsetmek yerinde olur. 14 Şubat 1916’da Hokkaido’da dünyaya gelen yönetmen Waseda Üniversitesi’nde Doğu Asya sanatları ve felsefe üzerine eğitim gördü. 1941’de çırak yönetmenlik deneyimlerini elde edeceği Shochiku Stüdyoları’nda çalışmaya başladı. 1942 yılında Japon İmparatorluk Ordusu tarafından askere alındı ve Mançurya’ya gönderildi. Kendisini sosyalist ve pasifist olarak tanımlayan yönetmen, kendini ordunun acımasızlığı ile sürekli çatışma halinde buldu ve er rütbesinin üzerine çıkmayı reddetti. Sonraları “Subay olmaktan kendimi alıkoydum. Otoriter baskıya direnmem gerektiğine dair güçlü bir inancım vardı. Üzerimize saldıran güce ve savaşın kendisine tamamen karşıydım” diyerek de savaşa karşı duruşunu vurguladı.
Savaşın sonlarına doğru baş karakteriyle benzer bir kaderi paylaşarak tutuklandı ve Okinawa’da bir esir kampına gönderildi. Burada geçen bir yılın sonunda Shochiku’ya geri döndü ve yönetmen Keisuke Kinoshita’nın asistan yönetmeni olarak çalışmaya başladı. 1952 yılında ilk filmi Musuko no seishun (My Son’s Youth) ile seyirci karşısına çıkan Kobayashi 1956 yılında vizyona giren Kabe atsuki heya (The Thick-Walled Room) filmiyle savaş karşıtı duruşunu net bir şekilde gösterdi ve favori oyuncusu Tatsuya Nakadai ile tanışma fırsatını yakaladı. Filmin tamamlandıktan üç yıl sonra vizyona girmesinde Japon askerlerinin savaş suçları nedeniyle hapsedilmesi ve Amerikan kuvvetleri tarafından kötü muamele yapılması gibi tartışmalı konuların etkili olmuştur. Gelen tüm baskılara ve sansür taleplerine karşın geri adım atmayan Kobayashi bir adım daha ileriye giderek kendi hikayesini de aktaracağı Ningen no jôken serisi için hazırlanmaya başlamıştır.
Hayatının geri kalanında da Japonların konformist kültürüne karşı eleştirel bakış açısını koruyan yönetmen, roman ve filmlerin motivasyonunu: “Bizim (Gomikawa ve Kobayashi) gençliğimizden beri birçok pişmanlığımız var. Yara izleri. Keşke işleri şu ya da bu şekilde yapabilseydik. O insanlık dışı kurum olan orduya direnmeyi yüreğimizde o kadar istiyorduk ki, ama bu konuda da bir şey yapamadık. Şüphesiz Gomikawa da bunu yapamazdı. Savaştan sonra ilk kez İnsan Manzaraları’nda tüm bunları yüreğimizden atmayı başardık. O yüzden bunu gerçekleştiremediğimiz bir hayal, gençliğimizdeki direnişin romantikleştirilmesi olarak düşünüyorum” diyerek özetlemiştir. Zaten seri de Japon toplumsal yapısı ve bürokrasinin eleştirisini başarıyla yapar.
Kobayashi, filmde bu yapıların insan haklarına ve bireysel özgürlüklere nasıl müdahale ettiğini gösterir; toplumsal normlar, sınıf farklılıkları ve otoritenin insanların üzerindeki etkileri, filmde derinlemesine incelenen konulardır. Romanı okuduğunda çok etkilenen Kobayashi, Gomikawa’dan kitabın haklarını satın almış ve Shochiku Stüdyoları’ndan projeyi onaylamasını talep etmiştir. Ülkesinin savaştaki tartışmalı kararlarını doğrudan yansıtan bu projeden stüdyo pek hoşlanmasa da yönetmenini kaybetmemek adına onay vermiştir.
Hikâyeye olabildiği kadar bağlı kalmak isteyen Kobayashi, çekimlere kitabı ile gelmiş ve senaryoda atlanan kısımları fark ettiğinde hızlıca müdahale etmiştir. Filmlerde uzun plan sekansları kullanan yönetmen izleyiciye derinlemesine bir atmosfer sunmuştur. Savaş sahnelerinde yüksek tempolu müzikler veya sessiz anlarda minimal ses efektleri kullanan Kobayashi, karakterlerin iç dünyasına odaklanırken tercih ettiği yakın planlarla da izleyiciyi duygusal olarak bağlamayı hedeflemiştir. Işık ve gölge kullanımıyla filmde dramatik etki yaratmış; belirgin ışık-gölge kontrastlarıyla karakterlerin içsel çatışmalarını vurgulamış ve sahnelerin duygusal yoğunluğu arttırmıştır.
Film 1959-1961 yılları arasında Japonya’da üçleme olarak gösterime girmiş ve aynı zamanda çeşitli uluslararası film festivallerinde gösterilmiştir. Aldığı ödüller arasında Venedik Film Festivali’nde takdim edilen San Giorgio Prize ve Pasinetti ödülleri, Mainichi ve Kinema Junpo yer almaktadır. İngiliz film eleştirmeni David Shipman, 1983 tarihli The Story of Cinema adlı kitabında seriyi “şüphesiz şimdiye kadar yapılmış en iyi film” olarak tanımlamıştır ve yönetmen diğer pek çok prestijli dergi ve eleştirmenlerce de jenerasyonunun en iyilerinden biri olarak gösterilmektedir. Üçlemenin tamamının gösterildiği tüm gece süren maratonlar düzenlenmiş ve özellikle Tatsuya Nakadai’nin şahsen katıldığı gösterimlerin biletleri hızlıca tükenmiştir.
Film, ideolojik çatışmaları sıklıkla ele alır; Kaji’nin içsel mücadelesi, zaman zaman ideolojik çatışmalarının bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Serinin başında “kızıl” olmakla suçlanırken Sovyetler için bir “faşist samuray” haline gelir. Kaji’nin içsel çatışması, vatanseverlikle savaşın gerçek yüzüne eleştirel bir bakış arasında meydana gelir; baş karakterimiz vatanseverlik kavramını sorgular ve savaşın insan haklarına olan vahşi etkilerini gördükçe, vatanseverlik ideali ile de çatışır. Savaşın getirdiği tüm bu acımasızlık ve zorluklara rağmen insanlık idealine olan bağlılığını koruma çabası gösterir. İnsan haklarına, adalet ve eşitliğe duyduğu güçlü inanca tutunurken yaşadığı tüm bu travmalar karakterini etkiler ve onu daha karmaşık ve çelişkili bir birey haline getirir.
The Human Condition I: No Greater Love (1959)
“Görmüyor musun? Güç ancak zorbalığın üstesinden gelindiğinde anlam kazanır.”
Serinin ilk filminde İkinci Dünya Savaşı Japonya’sına konuk oluyoruz. Baş karakterimiz Kaji raporları işçilerin daha verimli çalışabileceği modellerden bahsetmektedir ve şefi bunların uygulanabilir olduğunu düşündüğü için ona cazip bir teklifte bulunur: Japon sömürgesi Mançurya’daki büyük bir maden işletmesinde çalışmasını önererek fikirlerini uygulayabileceğini belirtir, ayrıca teklifini kabul etmesi durumunda cepheye çağırılmaktan muaf tutulacaktır. Çok sevdiği Michiko ile evlenmek ve bir gelecek kurabilmek için de bu teklifi mantıklı bulan Kaji eşiyle beraber Mançurya’ya taşınır. Yöre halkının son derece kötü şartlarda çalıştırıldığı madende uygulanan kötü muamele Kaji’yi rahatsız eder; ona göre işçilere iyi şartlar sağlandığında çalışma verimi de yükselecektir. Ancak bu uğurdaki gayreti ustabaşılarla, yöneticilerle ve Kenpeitai askeri polisiyle çatıştığında kamp bürokrasisinde problemler yaratır. İlerleyen dönemde kampa Çinli esirler getirilir ve mevcut işçilerden çok daha ağır şartlarda çalıştırılmaları emredilir. Kamp yönetimi alınan tüm caydırıcı önlemlere rağmen esirlerin kaçma teşebbüslerini azaltamayınca radikal bir karar alır, Kaji ise her şeyden vazgeçmek uğruna gelse de “hümanizm treni”nde inmemeye kararlıdır.
Film savaşın getirdiği insan hakları ihlallerini vurgular. Kaji’nin görev yaptığı çalışma kamplarındaki zulmü ve esaret koşullarını anlatarak, savaşın insanlık üzerindeki yıkıcı etkilerini detaylı bir şekilde gözler önüne serer. Kaji’nin görev aldığı kampta bürokratik acımasızlığın yansımaları görülür ve sistemin yarattığı zalimane uygulamalar, insanları dehşet verici koşullara sürükler.
The Human Condition II: Road to Eternity (1959)
“Nihai zaferi yemekten daha çok seviyor gibisin. Şahsen ben karımı nihai zaferden daha çok seviyorum. Bunun erkekliğe aykırı olduğunu düşünebilirsiniz. Ama saldırı başladığında güvenebileceğin tek kişi ben olacağım.”
Başkaldırısından sonra askerlik muafiyetini kaybeden Kaji, çok sevdiği karısından ayrılarak Kwantung Ordusu’na (Japon İmparatorluk Ordusu) katılır. Önceki filmde tanık olduğumuz hümanist eğilimlerini devam ettirdiği ve kışladaki her türlü zorbalığa karşı koyduğu için kıdemlilerinden tepki görmeye başlar. Yine kışlada yaşanan talihsiz bir olayda sorumluların cezalandırılmasını istediğinde talebi karşılık görmez. Sorumluyu cezalandırabileceği kadersel bir olay yaşandığında ise merhameti ağır basar. Kıdeminin yükseltilmesi teklif edildiğinde hiç sıcak bakmasa da birimindeki askerleri koruyabileceğini düşünerek kabul eder, ancak bu sefer de askerleri yerine cezalandırılır ve şiddet görür. Tüm bu sürecin sonuncunda astları tarafından çok sevilen ama eş kıdemlileri tarafından hor görülen bir pozisyona sürüklenir. Japon ordusunun aldığı ağır yenilgiler sonucunda kışlada hoşnutsuzluk sesleri yükseldiğinde en azından Kaji ve birliğinin yarattığı uyumsuzluğu azaltmak adına ekibine hendek kazma görevi verilir. Kışladan uzaklaştırıldıkları esnada Sovyet ordusunun ilerlemesi de başlayınca bir anda cepheye sevk edilen birlik savaşın soğuk yüzü ve adaletsizliği ile yüzleşir. Filmin kapanışında Kaji’nin “Ben bir canavarım ama hayatta kalacağım!” sözünü işitiriz.
Filmi başında Kaji’nin askere alınmasıyla beraber yaşadığı fiziksel ve zihinsel zorlanmalar gösterilir. Askeri disiplin ve eziyet gibi unsurlarla karakterin dayanıklılığı sınanır. Hem düşmanla yapılan çatışmalarda hem de kendi birlikleri içindeki anlaşmazlıklarda insan hakları ihlalleri ve etik dışı davranışlarla karşılaşır. Subaylar arasındaki çıkar çatışmaları, rüşvet, güç zorbalığı gibi faktörler, Kaji’nin adalet arayışını zorlaştırır. Kaji, savaşın yıkıcı etkileriyle yüzleştikçe, kendi insanlık değerleriyle ve vicdanıyla çatışma yaşar. Savaşın acımasızlığına tanık oldukça, kendi ahlaki duruşunu koruma çabası içinde zorlanır.
The Human Condition III: A Soldier’s Prayer (1961)
“Sizin aciliyetiniz yüzünden denetim gevşer. Esnek olmayan kurallara bağlı kalıyorsunuz. İyi niyet bastırılır, kötülüğe ise hoşgörü gösterilir. Sosyalizmin faşizmden iyi olması bizi hayatta tutmaya yetmiyor!”
Serinin son, belki de en çarpıcı filminde Kaji ve eşlikçilerinin hayatta kalma mücadelesine tanık oluyoruz. Sovyet ve Çin askerlerinin kontrolündeki Mançurya’da kapana kısılan Japon askerleri ve halkının hayatı artık pamuk ipliğine bağlıdır. Ana vatanlarına dönmeye çalışan Kaji ve arkadaşları hem doğa ve düşmanlardan her türlü eziyeti görürler, hem de kendi yurttaşlarının türlü merhametsiz hareketine tanık olurlar. Kaji ve ordudan yaveri Terada açlık, zehirlenmeler, intiharlar ve saldırılarla geçen umutsuz yolculuklarının sonunda Sovyet ordusuna teslim olmak zorunda kalır. İnsanlık dışı koşulların hüküm sürdüğü bir çalışma kampına gönderilen ikilinin hayatta kalmalarını uzatmak için yaptıkları her deneme “sabotaj” olarak algılanır. Kamptaki kötü niyetli kimselerin de etkisi ile Kaji’ye olan tepki büyür ve Sovyet mahkemesi tarafından ağır çalışma cezasına çarptırılır. Yokluğunda kampta yaşananları öğrendiğinde çılgına dönen Kaji intikamını en ağır şekilde alır ve eşine ulaşmayı umut ettiği zorlu yolculuğuna başlar.
Serinin son yapımında yenilginin yarattığı kaos ve toplumsal düzensizlik, insanların temel değerlerinden sapmasına ve vahşileşmesine yol açar. Toplumsal normlar ortadan kalkar, insanlar acımasız bir savaş ortamında hayatta kalmaya çalışırlar. Kobayashi’nin çarpıcı anlatımı, savaşın insanlığa olan etkilerini derin bir şekilde yansıtarak seyirciyi düşündürür. Çarpışmalar sonrası hayatta kalanlar için de savaşın bıraktığı derin travmayı gözler önüne serer. Savaştan sağ kurtulan karakterler, yaşadıkları dehşetin izlerini taşır ve savaş sonrası toplumda yeniden adapte olmaya çalışırken karşılaştıkları zorluklar ele alınır.