Ortaya çıktığında eşcinsellik ile ilişkilendirilen ve homoseksüelliğin aşağılandığı bir terim olarak kullanılan queer, zamanla eşcinselleri asimile etmek, baskılamak ve görmezden gelmek isteyenlere karşı güçlü bir duruşun ifadesi haline gelmiştir. Normatif yapı ve söylemlere meydan okuyan queer, adlandırmanın, doğallaştırılmış ve tanımlanmış kimlik kategorilerinin kısıtlayıcı etkilerine uyumlu bir kimlik politikasını harekete geçirmek olarak yorumlanabilir. Queer, kimlikten ziyade kimlik eleştirisi olarak 20. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış ve tüm toplumlarda farklı açılımlarla varlık göstermiştir.
Akademisyenler, teorisyenler, filozoflar ve psikanalistlerin yorumları doğrultusunda bir teori olarak gelişen queer, sadece cinsellikle sınırlı kalmayıp genel olarak sosyal yapıyı yeniden kavramanın bir yolu olarak değerlendirilmektedir. Benim yorumum ise direnişin, aşkın, dayanışmanın ve dünyaya renkli bakmamızın bir biçimi. Sinema da anlatımımızı ve tarihsel bağlamı hatta hikayemizi anlatmamızın önemli bir aracıdır bu sebeple sizin için dönemine göre mücadeleye katkıda bulunan filmleri derledim.
Pembe Flamingolar (1972) yön. John Waters
John Waters’ın “Pembe Flamingolar”ı, queer çevrelerde çok ses getirip tartışma yaratan bir eser olmasına karşın değerlendirme kapsamında büyük kıymeti olduğunu düşünüyorum. Filmde devrimci estetiği ve toplumsal eleştirileriyle sinemanın sınırları zorlanmıştır. Filmin samimiyeti, benzersiz vizyonunu ve sanatsal ifadesini cesurca ortaya koymasından kaynaklanıyor bana göre. Şok edici sahneler ve grotesk göndermelerle dolu ancak bu unsurlar toplumu ve insan doğasını anlama, eleştirme arzusunu yansıtıyor. Bütün bunlara rağmen izlerken oldukça zorlandığımı söylemeden edemeyeceğim.
Divine karakteri, toplumun normlarına meydan okuyan bir figür olarak bizleri karşılıyor. Divine, “Dünyanın En Pis İnsanı” olarak tanımlanıyor. Film normatif ahlaki değerleri ve kültürel beklentileri eğlenceli bir şekilde sorguluyor. “Pembe Flamingolar”ın samimiyeti, Waters’ın kendi toplumundan ve kültüründen gelen unsurları ironik bir şekilde yeniden değerlendirmemize sebebiyet veriyor. Baltimore’ın kenar mahallelerinden ve yeraltı kültüründen ilham alınarak, filmdeki karakterleri ve olayları gerçek hayattan alıntılarla besliyor. Filmin samimi ve cesur anlatımı, her sahneye ve karaktere yansıyor.
Paris Yanıyor (1990) yön. Jennie Livingston
“Paris is Burning,” 1980’lerin New York’undaki Siyah, Latinx queerlerin ve cinsiyet normlarına uymayan insanların balo kültürünü ve bu insanların zorluklara rağmen yaşama karşı direncini gözler önüne seriyor. Bu kültür, AIDS, ırkçılık, homofobi, yoksulluk ve şiddet gibi zorluklarla yüzleşirken, kendini ifade etmenin ve doğrulamanın yollarını bulmuş bir topluluğun hikayesini anlatıyor. Bizi anlatılan hikayeyle içine çekiyor ve yaşananlarla deneyimlerimizi özdeş kılıyor.
Belgeselde, balo sahnesinin yıldızlarından Willi Ninja’nın voguing dansı ile Madonna’nın “Vogue” şarkısına ilham vermesi gibi birçok önemli detay var. Bu topluluklar, kendilerini parodi ve performans yoluyla ifade ederek, önemli temsilleri görmemizi sağlıyor.
Film, balo sahnesine dahil olan insanların kişisel hikayelerini ve bu hikayelerin toplumdaki geniş yankılarını etkileyici bir şekilde işliyor. Bu kişisel hikayeler, hikayelerimize benziyor. Bize “Kişisel olan politiktir.” sözünü bir kez daha hatırlatıyor. “Paris is Burning” sadece bir belgesel değil, aynı zamanda insani bir direniş ve doğrulama manifestosu olarak büyük bir öneme sahip. Bugün bile, trans karşıtı yasalar, beyaz üstünlüğü ideolojisinin yeniden dirilişi ve toplumsal adaletsizlikler karşısında bir direniş ve umut sembolü olarak yolumuzu aydınlatıyor.
Annem Hakkında Her Şey (1999) yön. Pedro Almadovar
Pedro Almodóvar’ın 1999 yılında çektiği ve en beğenilen filmi “Annem Hakkında Her Şey,” yönetmenin kariyerindeki başyapıtlardan biridir. Film, Manuela adlı bir annenin (Cecilia Roth) trajik bir olayın ardından hayatına nasıl devam edeceğini keşfetme sürecini anlatıyor. On beş yaşındaki oğlu Esteban, bir araba kazasında hayatını kaybeder. Filmin devamında ise olayları şaşkınlıkla izleriz çünkü Almodovar, yine tahminlerimizin ötesinde bir hikayeyi bizlerle paylaşmaktadır. Yeniden sırlarla dolu bir geçmişe yolculuk ederiz.
Agrado karakteri (Antonia San Juan), filmdeki rahatlama ve sıcaklığı sağlıyor. Agrado’nun karakteri aynı zamanda trans kimlik ve cinsiyet normları üzerine derin düşünceler sunuyor. “Annem Hakkında Her Şey,” trans bireylerin kimliği ve toplumdaki yerini sorgulayan önemli bir monologla da oldukça önemli. Agrado’nun sahne performansında, kadınlık için geçirdiği estetik operasyonların maliyetini anlatırken, “Gerçek olmak pahalıdır hanımefendi, ve bu şeylerde cimri olamazsınız, çünkü ne kadar hayalinizdeki gibi olursanız o kadar gerçeksiniz.” diyerek izleyiciyi transgender kimlik hakkında düşündürüyor.
Yaşamın Kıyısında (2007) yön. Fatih Akın
“Yaşamın Kıyısında”, Akın’ın “Duvara Karşı” ile başladığı aşk, ölüm ve kötülük üçlemesinin ikinci filmi. ‘Ölüm’ kavramı bu filmin merkezinde yer alıyor. Filmdeki iki ölüm, ansızın gerçekleşiyor, ancak dramatize edilmeden aktarılıyor. Akın, ölümü doğum gibi hayatın normal bir parçası olarak görüyor. Fatih Akın, “Yaşamın Kıyısında”da gerçekleşen ölümler üzerinden, karakterlerine ve izleyicilere hayatın önemini ve değerini göstererek, hayata dört elle sarılmamız gerektiği mesajını iletirken bize kesişen hayatları ve aşkları da özenle sunuyor.
Filmdeki ailelerin ortak özellikleri, her birinin tek ebeveyn ve tek çocuktan oluşan iki kişilik aileler olmalarıdır. Filmde, Almanya’da yaşayan emekli dul Ali ve üniversitede profesör olan oğlu Nejat, İstanbul’daki kızının öğrenim masraflarını karşılamak için Almanya’da seks işçiliği yapan Yeter ve Türkiye’de yasaklı bir politik grubun militanı olan kızı Ayten ile tek kızının geçimini üstlenen emekli Susanne ve üniversite öğrencisi kızı Lotte’nin hikâyeleri anlatılır. Film, Almanya’daki Türk azınlığının alışılmadık ve katı geleneklerine uymayan karakterlerini apaçık görürüz. Filmin Türkçe, İngilizce ve Almanca adları, ölüm ve hayat kavramlarının birbirinden uzak olmadığını ve ölüm fikrinin olumsuz imgesini kırmayı amaçlıyor: “Yaşamın Kıyısında”, “Cennetin Kıyısında”, “Diğer Taraftan”.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (2019) yön. Céline Sciamma
Céline Sciamma’nın “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” filmi, 18. yüzyılda geçen ve bir aşk hikayesini anlatan, zarif ve duygusal bir filmdir. Film, ressam Marianne ve portresini yapmakla görevlendirildiği genç kadın Héloïse arasındaki ilişkiyi bizimle paylaşır. Marianne’in görevi, Héloïse’in evleneceği adama gönderilmek üzere gizlice onun portresini yapmaktır. Ancak Héloïse’in portresi tamamlandıkça, aralarındaki ilişki de derinleşir ve tutkulu bir aşka dönüşür.
“Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi”, görsel anlatımı ve tematik derinliğinin yanı sıra müziğiyle de aklımıza kazanıyor. Sciamma, kadınların bakış açılarına ve deneyimlerine odaklanarak hassas bir şekilde betimliyor. Hikaye boyunca, kadınların birbirine olan dayanışması ve toplumsal normlara karşı direnişi ön planda tutuluyor. Marianne ve Héloïse’in aşkı, sadece kişisel bir hikaye olmanın ötesine geçerek, kadınların özgürlüğü ve kimlik arayışının da çok önemli bir sembolü haline geliyor.
Şiva Bebeği (2020) yön. Emma Seligman
Emma Seligman’ın yönettiği “Şiva Bebeği,” Yahudi bir ailesinin cenaze sonrası toplantısında geçen, biseksüel ilişkiler ve kişisel kimlik krizlerini ele alan bir film. Rachel Sennott’un canlandırdığı Danielle, yaşlı ve zengin sevgilisi Max ile buluşmadan sonra ailesiyle bir araya gelir ve burada eski sevgilisi Maya ile karşılaşır. Maya’nın varlığı, Danielle’in hem ailesinin sorularıyla hem de Max’in ailesiyle karşılaşmasıyla birlikte gergin bir atmosfer oluşturur.
Seligman, film boyunca Danielle’in biseksüel kimliğini ve bu kimlikle yaşadığı zorlukları ustaca işliyor. Biseksüel yapımların az olması bakımından izlemekten keyif aldığım filmlerdir biri. Danielle’in yaşadığı çatışmalar, film boyunca artarak devam ediyor ve Maria Rusche’nin görsel yönetimiyle derinleşiyor. Kurgusal olarak, Danielle’in ailesinin beklentileriyle, eski ilişkileri ve gizli yaşantısı arasında sıkışıp kalması, onun içsel ve dışsal gerilimini ortaya koyuyor. Film izleyiciyi karakterin iç dünyasına çekiyor, biseksüel ilişkilerin komplike hislerini/kesişimlerini basit bir dille aktarıyor .
Stiletto (2021) yön. Can Merdan Doğan
Hasan, taksi şoförlüğü yaparak hayatını kazanan bir adamdır. Bir gün yolcusunun araçta unuttuğu pembe stilettoları fark ediyor ve içindeki merak duygusunu bastıramaz. Bu stilettoların ayaklarında nasıl duracağını düşünmekten kendini alamaz ve sonunda yeni ayakkabılarını denemeye karar verir. Stilettoları giyer ve evin içinde dolaşmaya başlar, ancak bu anın tadını çıkardığı sırada beklenmedik bir misafir gelir: karısı. Hasan’ı bu halde gören eşinin nutku tutulur. Beni filmde en etkileyen olaylardan biri de Hasan karakterinin filmin sonundaki özgürleşmesi.
Can Merdan Doğan’ın çıkış filmi “Stiletto”, güçlü kadrosu ve cesur konusuyla seyirci karşısına çıkıyor. Murat Kılıç ve Nihal Yalçın’ın neredeyse kusursuz performansları, Türkiye sinemasında pek ele alınmayan bir konuyu karşımıza çıkarıyor. “Stiletto”, izleyicilere farklı bir perspektif sunarak, toplumsal normlar ve kişisel merakları; görünmezin ardını resmediyor.
Çilingir Sofrası (2022) yön. Ali Kemal Güven
Film, Barış Gönenen ve Ahmet Rıfat Şungar’ın canlandırdığı iki eski lise arkadaşının, yıllar sonra bir rakı masasında buluşmalarını konu alır. Film, mekânı ve atmosferiyle öne çıkıyor; meyhanede geçen hikaye, karakterlerin derinliğiyle seyirciyle yakın bir ilişki kuruyor. Filmin anlatısında, yan karakterlerin de önemli bir rolleri var. Örneğin abla karakteri gibi destekleyici roller, hikâyenin dokusuna katkıda bulunurken, her karakterin bireysel ve sahici bir yaklaşımla ele alındığından hiçbir şüphemiz yok. “Çilingir Sofrası”nın final sahnesi, film boyunca biriktirilen duygusal yükü hafifleten, umut dolu bir son sunuyor. Emir Can’ın karakterinin yeni bir başlangıç yapma kararı, hikayenin temel mesajını güçlendiriyor: geçmişin izleriyle barışmak ve geleceğe umutla bakmak.
Film ayrıca aşkın hafızasına odaklanarak, fiziksel anların ötesinde, duygusal mirasın nasıl taşındığını sorguluyor. Dikkatimi çeken bir diğer unsur ise bastırılmış hislerimizin tersine sürüklendiğimiz hataların geri dönüşlerinin bizim için oldukça zor olduğudur. Güven’in ifadesiyle, geçmişe duyulan özlem ve yaşanmışlıkların, insanın gelecekteki ilişkilerini nasıl etkilediğine dair bir pişmanlık veya belki de eksiklik. Arkasına sığınılan erkeklik…