Hiç kuşkusuz ki yönetmen Roman Polanski’nin 1974 yapımı filmi Chinatown (Çin Mahallesi), modern Amerikan sinemasının en büyük klasiklerinden bir tanesidir. Meşhur 70’ler hazinelerinin en büyüklerinden biri sayılan film aynı zamanda senaryo konusunda Amerika başta olmak üzere dünyada da çığır açmış, senaryo okullarında ders olarak okutulan bir senaryo haline gelmiştir. Bu yazımızda siz okuyucularımıza Chinatown filminin genel bir analizini yapmaya çalışacağız. Dönemin siyasi arka planından da bahsederek filmin bunun neresinde durduğunun yanı sıra felsefi ve mitolojik göndermelerini de inceleyeceğiz. İyi okumalar dileriz.
1930’ların Los Angeles’ında kendinden son derece emin ve idealist özel dedektif Jake Gittes, özel bir takip işi alır. Başta normal bir aldatma gibi görünen bu yeni görev gittikçe derinleşecek ve Gittes kariyerinin en zor kararlarını vermek zorunda kalacaktır.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Chinatown her şeyden öncelikle kusursuz bir film-noir olarak okunması gereken modern bir başyapıt. Ancak onu bile öyle beceriyor ki ana karakter Jake Gittes’in aslında bildiğimiz film-noir karakterlerinden bariz farkları da mevcut. Bahsettiğimiz filmlerin ana karakterleri filmin başından itibaren mutsuzluğa, tatminsizliğe saplanmış, genel anlamda sistemin içinde çürümekte olan ‘modern’ insan robotlar iken Gittes filmin başında içinde olduğu sistemden, çalıştığı işten son derece memnun, kendi dedektiflik ofisini açmış olmanın da verdiği müreffehlikle kendi kendinin patronluğunu yapıyor.
Geçmişte sorunlu olarak ayrıldığı polislikteki eski tanıdıklarına göre onun “işleri gayet tıkırında”. Özellikle film boyunca giydiği son derece pahalı ipek takımlarla Gittes içinde bulunduğu hayatın içindeki memnuniyetini bizlere çoğu kez gösteriyor. Filmin ortalarına doğru arkadaşına anlattığı klasik bir beyaz ırkçılık banallığındaki aldatma fıkrası aldığı işi başlarda çok fazla takmadığını, bunun da normal bir aldatma hikayesi olduğunu düşündüğünü ve yine bu işin de altından başarıyla kalkarak statüsünü bir kez daha ispat edeceğinden neredeyse emin olduğunun bir kanıtı olarak okunabilir.
Bunlara rağmen Gittes’in bazı kırmızı çizgileri de bulunmakta. Traş olmaya berbere gittiğinde oradaki devlet memuruyla yaşadığı polemik, devlet memurunun yozlaşmış sistemin içinde rahatsız olmadan para kazanmaya rahatlıkla devam etmesi ancak Gittes’e laf sokması onu bir yerden sonra çıldırtıyor. Ve elbette kendini savunuyor Gittes. Zamanında Chinatown’daki polislik yıllarına göndermeler yaparak meslek etiğinin, vicdanının ağır bastığını, artık müthiş bir gönül rahatlığıyla işini yaptığını deklare ederek hayli gergin bir şekilde ortamı terk ediyor. Burada Gittes’in içinde bulunduğu sınıfa ve hizmet etmekte olduğu statükoya rağmen karakterinin, vicdanının, genel olarak kalbinin bozulmamış olduğunu görüyoruz ve kendisi de bu yeni takip işine daha çok sarılmaya başlıyor. Bir noktadan sonra işteki bazı yanlış anlaşılma gibi görünen hatalar, kendisini başkası gibi tanıtan iş vereni gibi şeyler ayyuka çıktığında ise Gittes artık tamamen ciddi bir şekilde meselenin derinlerine inmekte hiçbir beis görmüyor.
– Tanrım burnunuza ne oldu?
+ Tıraş olurken kesiverdim.
– Daha dikkatli olmalısınız. Canınız yanıyor olmalı?
+ Yalnızca nefes aldığımda.
Evelyn Mulwray’in isteğiyle onun eşi Hollis Mulwray’i izlemekte olan Gittes, Hollis’in kuşkulu ölümüyle yavaş yavaş bermuda şeytan üçgeninin içine çekilmeye başlıyor. Özellikle Mulwray ailesinin neredeyse aristokrasiye mensup olacak derecedeki yüksek statüsü Gittes’ı baştan itibaren bu işe delicesine bağlanmasına ve takıntı haline getirmesine neden oluyor. Hollis Mulwray’in devlet su idaresindeki işleri nedeniyle öldürülmesinin kendisine en mantıklı sebep olarak gelmesi de boşuna değil elbette.
Film içerisinde genel olarak Los Angeles’tan bir çöl olarak bahsedilmesi, 1930’lu yıllardaki devlet politikaları, Lyndon B. Johnson döneminin Amerika’sı gibi metinler filmi oldukça güçlendiriyor. Gittes araştırdıkça buradaki özel rantın da elbette farkına varıyor. Filmin başlarında isyan eden birkaç işçi dönemin insanının suya ulaşmada çektiği zorlukları sembolize ediyor ve Gittes, burada Mulwray ailesinin su ulaştırma işindeki yolsuzluğunun ve kendi iş vereni Evelyn’in gizemli özel hayatını iyice deşmeye başlıyor.
Burada bir şeye daha değinmek gerekiyor ki o da Polanski’nin senaryoyu birlikte yazmış olduğu senarist Robert Towne. –Ki Towne bu senaryoyla en iyi orijinal senaryo dalında oscara layık görülüyor- Robert Towne, bu muhteşem senaryoya filmin çekildiği 70’lerdeki Watergate Skandalı, çürümekte olan ve halk tarafından güvenilmeyen devlet bürokrasisi gibi göndermeleriyle Jake Gittes’in kemikleşmiş karakterinin oluşmasında hiç kuşkusuz ki çok büyük pay sahibi. Gittes yaptıklarıyla, kafasının içindekilerle bire bir olarak dönemin Amerikalılarını sembolize ediyor. Daima kuşkulu, paranoyak, güvensiz. Burada şuna da parmak basmak gerekiyor aslında. Chinatown geçmişi Gittes’ın peşinden gelmekte ve onu huzursuz etmeye devam etmektedir. Çin Mahallesi’nde geçmişte yaşadıkları, koruyabilmeyi hesapladığı ancak bunu başaramadığı adını hiç öğrenemediğimiz gizemli kişi vb. sebepler Jake’i Çin Mahallesi’nden mütemadiyen uzak tutmuştur. Onun için Çin Mahallesi yozlaşmışlığın, çürümüşlüğün, kötülüğün simgesidir. Ne sebeple olursa olsun orasıyla olası bir denk gelişin onu yeniden mağlup edeceğini düşünmektedir.
Büyük yönetmen ve oyuncu John Huston’ın büyük başarıyla canlandırdığı bir diğer yardımcı karakter Noah Cross ise işte tam da burada ortaya çıkıyor. Cross devlet su işleri meselesinde Hollis Mulwray’in ortağı olmasının yanı sıra aynı zamanda da kayınbiraderi. Evelyn’in de babası. Hollis’in başka bir kadınla yaşamakta olduğu ilişkiye Cross da ciddi şekilde kafayı takıyor ve o da ne hikmetse Gittes’ı kendi tarafına çekerek Hollis’in kayıp sevgilisini bulmasını ondan bizzat istiyor. Noah Cross’un filmde temsil ettiği hayli fazla şey bulunmakta. Finalde ortaya çıktığı üzere kızıyla yaşadığı ensest ilişki, bu ilişki için kızının eşi olan orağı Hollis’i öldürmesi Cross’un katıksız bir Oedipus olduğunu bize gösteriyor. Yunan Mitolojisinin en bilinen karakterlerinden olan Oedipus, annesiyle beraber olabilmek için babasını hiç düşünmeden katleden bir karakterdir. Filmde Oedipus Cross üzerinden resmedilirken aynı zamanda bürokrasideki kirlilik ve rant hırsı da birbirleriyle birleştirilerek kusursuz bir şekilde dışa vurulur.
“Unut gitsin Jake, ne de olsa burası Çin Mahallesi”
Lawrence Walsh
Jake Gittes hiç istemediği yere finalde geri döner ve adeta bir tarihin tekerrürü niteliğinde bir şekilde Çin Mahallesi’nde yine kaybeden olur. Belki de cezalandırılan bir Prometheus olduğu söylenebilir. Cross’un tüm sırlarını ortaya dökmesinin yanında onun karısını yani gerçekteki kızını ve aynı çarpık ilişkiyi yaşayacağı torununu ondan çalar, tıpkı Prometheus’ın Zeus’un ışığını çalması gibi. O da Prometheus gibi cezalandırılır, en büyük korkusu başına gelir. Koruması için görevlendirildiği bir insan yine Çin Mahallesi’nde öldürülür. Ama tabiki ortağının da dediği gibi “unutmaya çalış Jake, ne de olsa burası Çin Mahallesi”.
Tüm bunlarla birlikte Chinatown, kusursuz yönetmenliği dillere destan bir matematikte ilmik ilmik işlenen senaryosu, nefis kurgusu ve muhteşem oyuncularıyla gerçek bir modern sinema destanıdır. Zamanında David Lynch; “sinema tarihinde final twist’inin en iyi çözümlendiği film Chinatown’dur” demiştir.