Beyazperdede Müzisyenler

Yazan: Hilal Işık

Hayatla müzik iç içe olduğundan mıdır bilinmez çoğu kez bir şarkı duyduğumuzda bir anı aklımıza gelir veya bir anıyı düşündüğümüzde bir şarkı ona eşlik eder. Hatta bazen bir melodi bile yeter bu çağrışımları yapmaya. Günlük hayatımızda tesadüfi olabilen bu durum sinemada oldukça fazla kullanılan bir etki aracıdır. Fakat bu etkinin maksimum bir şekilde izleyiciye hem görsel hem de işitsel şölen vadettiği yer müzisyenlerin biyografilerine odaklanan filmlerdir. Ancak oyuncu seçimlerinden, kurgudan veya müzikaliteden ötürü şölen vaadinin yanı sıra hayal kırıklığı ihtimalini de beraberinde getirir. Zira bu filmlerde oyuncuların hem göze hem kulağa hitap edebilmesi gibi önemli bir ayrıntının yanı sıra biyografisi çekilen müzisyenin hayatını istenildiği -ya da gerektiği- kadar şeffaf anlatamama gibi bir sıkıntı da söz konusu olabilir.

Bununla beraber bu türün kimi örnekleri var ki göz dolduran oyunculuğun benzerlik sorunsalı makyajlarla, efektlerle, ışıkla ve daha nice dahiyane çözümle giderilirken teknolojinin yardımıyla da kulağa hitap eder hale gelmesi canlandırılan müzisyeni beyazperdeye birebir taşınmasını sağlar. İzlediğiniz sanatçıyı zaten tanıyorsanız eski bir dostla buluşmuş gibi; deyim yerinde ise eskileri yad edermiş gibi hissediyor ve duygu yoğunluğu yaşıyorsunuz. Yok, ilk defa dinliyor ve izliyorsanız da neden bu kadar geç kaldığınıza hayıflanıyorsunuz. Aşağıdaki listede övgüleriyle, yergileriyle bu türün birkaç örneğine yer verdik.

The Doors (1991)

‘Müfreze’, ‘Katil Doğanlar’, ‘Doğum Günü 4 Temmuz’ gibi birçok filmin başarılı yönetmeni Oliver Stone tarafından yönetmenliği üstlenilen ‘The Doors’, listedeki en cesur filmlerden biri. Yalnızca ölüme yaklaştığı anlarda yaşadığını hissettiğini birçok kez dile getiren “Kertenkele Kral” Jim Morrison’ın hayatını güzellemeye, ilahlaştırmaya mahal vermeden izleyiciye sunan senaryoda da Oliver Stone’un varlığı hissediliyor. Filmin hipnotize ederken bir yandan rahatsız eden havasının yanı sıra The Doors’u sevdirdiği kadar Jim Morrison’dan da soğutabiliyor. Val Kilmer sesiyle olmasa da tavırları, görünüşü ve gazetecilere kendini tanıtmak için sadece “Jim” diyerek muzipçe sırıtması ile izleyenleri Morrison olduğuna iyiden iyiye inandırıyor. Stone ve Kilmer sayesinde Morrison’ın çocukluk travmaları, yaşadığı dönemin çatışmalarını, hem sisteme karşı olup hem de kendini ölümcül bir umursamazlığa sürükleyişini izlerken sıkışmışlık ve huzursuzluk hissi neredeyse elle tutulur hale geliyor. Döneme ait kesitleri protesto görüntülerle ve “…otoriteyle barış yaptığında otoritenin kendisi olursun.” gibi sözlerle sunan film, Jim’in sahneden hayranlarına “…hepiniz kölesiniz!” diye bağırışları ve hayranlarının onun müziğini değil vücudunu istediklerini söylemesi ile minimal düzeyde rock’n roll eleştirisi de yapıyor. The Doors’un oluşumundan Jim Morrison’ın ölümüne kadar geçen sürede film, “Seks, Rock’n roll ve Uyuşturucunun En Büyük Hikayesi” sloganıyla örtüşen bir biyografi sunuyor. Grubun sahne performanslarının gerçeklikle bağlantısı bir hayli esnetilmiş olsa da saykodelik müziğin efsanesine yaraşır nitelikteki görselliği sayesinde görmezden gelinebiliyor.

I’m Not There (2007)

Bob Dylan’ın otobiyografisinden yola çıkarak çekilen ‘I’m not There’; altı farklı karakter ile altı farklı Dylan’ın hayatından kesitler sunarak şimdiye kadar karşılaşılmış en sanatsal biyografilerden biri olma özelliğine sahip. Gerçekten de izleyicileri altı farklı aktör tarafından canlandırılan Bob Dylan’la tanıştıran film, parçadan bütüne varmayı amaçlarcasına birden çok sinema örneğinin izlerini harmonik bir şekilde kolajlayıp müzisyenin hayatında öneme sahip dönemeçleri bir araya getiriyor. Söz konusu dönemeçler ise Christian Bale, Heath Ledger, Ben Whishaw, Marcus Carl Franklin, Richard Gere ve bu filmdeki efsanevi oyunculuğuyla Altın Küre ödüllerinde en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünün sahibi olan Cate Blanchett gibi başarılı isimler tarafından canlandırıyor. Hal böyle olunca da birçok biyografinin görsel açıdan tatmin unsuru sayılan benzerlik sorunsalı da geçersiz hale geliyor. Sinematografi açısından da takdiri hak eden ‘I’m Not There’in yönetmenliği ve senaryosu Todd Hayes tarafından üstlenilmiş. Metaforlarla ve göndermelerle zenginleştirilmiş olan filmi yer yer Bob Dylan hayranlarının dahi yakalaması zor olsa da biyografik sinema eserleri arasında oldukça farklı bir yere sahip olduğu bir gerçek. Kurgudan ötürü, izlerken Dylan’ın sesinden çok şahsiyeti ve dünya ile olan etkileşimi daha önemliymiş gibi hissediliyor. Nitekim belki de bu sebepten halen hayatta olmasına rağmen (son sahnede çalan aynı isimli parça sayılmazsa) filmde kendi sesi kullanılmayıp çeşitli sanatçıların yorumlarına yer verilmiştir. Çekimlerinde siyah beyaz ve renkli sahneler olan ‘I’m Not There’, izlenmesi gereken biyografiler arasında, bilhassa değişikliği ile yer alıyor.

Nowhere Boy (2009)

Filmin Lennon ile ilgili olduğunu görüp de Beatles dinleyeceğini düşünen seyircilere kötü haber; bu film dünya John Lennon’un adını duymazdan önceki dönemlerde efsaneyi şekillendiren gençlik dönemi, aile sorunları ve bir doz da Paul McCartney (Thomas Brodie-Sangster) ile tanışma evreleri ile ilgili. Aaron Taylor-Johnson tarafından canlandırılan John Lennon, hayranlarının da bildiği üzere, özgür ruhlu bir “çiçek çocuk” olan annesi Julia (Anne-Marie Duff) değil de tam tersi mizaca sahip olan teyzesi Mimi (Kristin Schott Thomas) tarafından büyütülür. Daha sonradan annesini bulup birlikte zaman geçirmeye başlar. Öz annesi sayesinde gitar çalmaya meyleder ve rock’n roll ile tanışır. Tam da kendini aradığı bir dönemde annesi ile olan yakınlık John’a oldukça iyi gelir, bir yerlere ait olduğunu hisseder. Ancak sonradan annesi John’u yeniden terk ettiğinde geriye kimlik krizleri, kaybolmuşluk ve huzursuzluk hisleri kalır. Sonradan “işkence çeken bir ruh” olarak betimlenmesinin sebepleri de bu yıllarda ve olaylarda yatıyor zaten. Odaklandığı dönem ve kişilik sebebiyle izleyiciyi tatmin ederken dram olma özelliği taşıyan bu biyografik film Johnson’ın müziği keşfederken aldığı hazzın yanı sıra kimlik arayışı sırasında hissettiği acıyı izleyiciye aktarabilmesiyle akıllarda kalma garantisi veriyor. Paul ile John arasındaki dostluğun gelişimi ve aralarındaki diyaloglarla bir oluşumun, oldukça sancılı bir doğuşun hikayesi olduğunu hatırlatan ‘Nowhere Boy’; yardımcı oyuncuların performanslarıyla da keyifle izlenmeye değer filmlerden.

The Runaways (2010)

Yönetmenliği Floria Sigismandi tarafından üstlenilen film; diyalogları, rock’n roll tanımları, kadının dişiliğinin başkaları tarafından kullanıldığını gösteren sahneleriyle “erkekler dünyası” olarak kabul edildiği vurgulanan bir alanda kendisine zorla yer açmış olan The Runaways grubunun hikayesini anlatıyor. Bunu yaparken de Joan Jett ve Cherrie Curie’ye odaklanan film, tamamen kadınlardan oluşması sebebiyle öncü niteliğini kazanışlarının yanı sıra asi, “sert” kıza karşı rock söyleyen barbie imajları arasındaki çekişmeye de değiniyor. Alacakaranlık filmleri döneminde Kristen Stewart’ın Joan Jett’i canlandırması, oyunculuk namına hala umut olabileceğini hissettirmişti. Cherrie Curie’yi canlandıran Dakota Fanning için ise ‘The Runaways’, artık “çocuk oyuncu” olmadığını kanıtlayan, göz dolduran bir performanslardan olma özelliğine sahip. Modern örneklerinin aksine grup üyelerini (en azından ikisini) çok yönlü yansıtmaya çalışan senaryonun eksik kaldığı nokta ise olayların karanlık mı yoksa parlak mı betimleneceğine karar verilemeyip ikilemde kalmış, tatmin olunmamış bir hissiyat yaratması. Ancak grup üyelerinin müzisyen olma yolculuğuna oldukça erken yaşta, hatta ergenliklerinin neredeyse başında çıkmış oldukları göz önünde bulundurulduğunda belki de verilmek istenen mesaj tam da bu kararsızlık hissidir diye düşündürüyor. Grup kayıtlarının kullanılmayıp oyuncuların şarkıları seslendirmesi ise bir filmin bir diğer düşündüren unsuru. Stewarts ve Fanning her ne kadar oldukça başarılı ve gerçeğe yakın tarzda söyleseler de tınılarının ve tonlarının farklı olması ‘The Runaways’i bu filmle tanıyacak olan kitle için bir eksiklik.

Bohemian Rhapsody (2018)

Bu senenin müzik severler tarafından büyük bir heyecanla beklenen filmlerinden bir tanesi de yönetmenliği Bryan Singer’ın kovulmasından sonra Dexter Fletcher tarafından üstlenilen ‘Bohemian Rhasody’. Film biyografi olmasına rağmen türünün diğer örneklerinin aksine ne bir döneme, ne bir kişiye ne de olaya derinlemesine odaklanmadan Queen’in muazzamlığını ve solistinin şahsına münhasır bir öncü oluşunu oldukça yüzeysel bir biçimde seyirciye sunmakta. Örneğin Freddie Mercury’nin yalnızca filmin başlarında duygulu bir şekilde tek başına şarkı sözü yazarken görülüyor. Farklı enstrüman çalışına ise film boyunca yer verilmeyip piyanoya odaklanılmış. Belki zaman kaygısından belki de odaksızlıktan kaynaklanan bu güdüklük Farrokh Bulsara’yı Freddie Mercury’ye götüren süreçte filmi bir miktar temelsiz bırakırken hızlı kazanılan şöhret ve bedeli merkeze alınmış. Kısacası film, hem Queen hem de Freddie Mercury gibi bir efsane çok daha iyi bir hikayeyi hak ediyor dedirtiyor. Bu açıdan bakıldığında bütçesini neredeyse altıya katlayan gişe başarısının sebebi düşünüldüğünde insanın aklına konser ve kayıt sahneleri geliyor. Öyle ki asıl bu sahneler insanların nasıl ve neden Queen’de kendilerini bulduğunu yalnızca göstermekle kalmayıp adeta yavaş yavaş sizi de birer fana çeviriyor. Rami Malek’in Freddie Mercury’yi canlandırması ise filmin başına gelebilecek en güzel şeylerden biri. Mısır asıllı Amerikalı Rami Malek, Pakistan asıllı İngiliz Faruk’u da Freddie’yi de o kadar güzel özümsemiş ki; Bohemian Rhapsody’yi albüme eklemek için direnirken, yalnız kalmamak için çabalarken, sevgiyi ararken, Live Aid’de sahne alırken kendisi ile rolü arasındaki ayrımı hissettirmiyor bile. Diğer oyuncuların fiziksel olarak grup üyelerine benzemesi, filmde yer verilen şarkılarda Freddie’nin kendi sesinin kullanılması da film adına diğer olumlu noktalar. Kısacası eksikliklerine rağmen ‘Bohemian Rhapsody’, hayranı olmasanız da aniden gelen Queen dinleme hissine kapılacağınızı garantiler nitelikte.

Müslüm (2018)

Listenin tek Türk filmi olan ‘Müslüm’; arabesk severlerden bir kere bile Müslüm Gürses’i dinlememiş insanlara kadar geniş bir izleyici yelpazesine sahip. Hal böyle olunca başarısı da yadsınamaz hale geldi. Bu başarıda görüntüden ve müziklerden çok daha fazla oyuncu kadrosunun payı var; Timuçin Esen’in Müslüm Gürses olduğuna film ilerledikçe daha da çok inanmaya başlıyorsunuz. Öyle ki Zerrin Tekindor’un herhangi bir rol ikinci planda kalacağını asla düşünülemezdi, ancak Esen istisnaların olabileceğini kanıtladı. Bununla beraber filmin en çok eleştiri alan noktalarından biri Müslüm Gürses’in sesinin kullanılmamış olup şarkıların Esen tarafından seslendirilmesi. Eğer Gürses’i hiç dinlemediyseniz, hiç duymadıysanız çok önemli bir eksiklik gibi gelmeyebilir ancak birçok kişinin sesini sevdiği bir insanın biyografisinde bunun gerçekten büyük bir yokluk olduğu da bir gerçek. Bir diğer eleştiri noktası ise tıpkı ‘Bohemian Rhapsody’ gibi yönetmen değişikliği sebebi ile kendini hissettiren kurgu ve görüntü değişimi; zira ilk yarısı ‘Ayla’ filminin yönetmeni Can Ulkay tarafından çekilirken ikinci kısmında yönetmen koltuğuna romantik komedi alanında çalışmış olan Ketche geçmiş. Bu da yer yer kopukluğu ve görsellik farkını beraberinde getirmiş. Filmin Müslüm Gürses’in hayatına dair önemli, nahoş olabilen, ayrıntıların kimisini atlamış, kimisine de nazikçe değinmiş olması da eşi Muhterem Nur’un senaryo danışmanı olduğu düşünüldüğünde şaşırtıcı gelmiyor. Eleştirilere rağmen film, jenerik akarken seyirci üzerinde muazzam bir duygu yoğunluğu, bir miktar aydınlanma ve “Acaba Timuçin Esen’de Müslüm Gürses olduğuna inanmış mıdır?” sorusu ile baş başa bırakabiliyor.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir