Tezatların Harmonisi: Japon Sineması ve 25 Japon Filmi

Yazan: Erim Bolel

Japon Sineması Tarihi

Dualist düşünce, Japon ve birçok Uzak Doğu toplumunu tarihleri boyunca sarmalamış olan Şintoizm ve Budizm’in temelini oluşturur. Birçoğumuzun aşina olduğu Ying-Yang anlayışı birbirine zıt olarak algılanan kavramların aslında doğal düzen içinde bir bütün, birbirini tamamlayan unsurlar olduğuna değinir ve tezatların aslında birbirlerini nasıl güçlendirdiğinden bahseder. Dualist düşünce, tarih boyunca Japon toplumunu hayatın en ufak detayına kadar etkilemiş, ve kültürlerini, sanat ve hayat anlayışlarını şekillendirmede bir oyma keskisi edasıyla kullanılmıştır.

Japon sinema sanatı da kuşkusuz ki bu anlayıştan tarihi boyunca etkilenmiş, sinema ve ülke tarihi boyunca yaşanmış olan sosyal ve kültürel tezatlıkları Dualist düşünce temelinde ele alarak oldukça özgün, güçlü ve ilham verici bir sinema anlayışı yaratmıştır.

Erken Dönem Japon Sineması: Sessiz Dönem

Sinemanın Japonya’daki hikayesi 19. yüzyıl’ın sonlarında başlıyor. Yüzyılın sonlarına doğru Fransa’dan Japonya’ya ulaşan sinema aygıtı henüz ilk günlerinden Japon toplumunu etkisi altına almayı başarıyor. Bunun başlıca sebebi ise sinemanın ülkedeki erken döneminde Noh ve Kabuki gibi kültürel ve tarihsel tiyatro oyunlarını sergilemekte kullanılması olmuştur. Sessiz tiyatrolar olan bu oyunlar, Japonya tarihi boyunca oldukça sevilen bir sanat branşı olmuş, sinemanın da erken yıllarını domine ederek Japon Sineması ‘nda uzun yıllar sürecek olan “Sessiz Dönem” in ana parçaları olmuştur. Tarihsel tiyatrolarda anlatıcı ve seslendirici rolünü üstlenen “Benshi”lerin halkın gözünde oldukça popüler olmaları da sessiz dönemin uzun yıllara yayılmasındaki başlıca sebeplerden birisidir. Büyük çoğunluğunu tiyatro oyunlarının filme alınmasının oluşturduğu erken dönem Japon filmlerinin çok ciddi bir çoğunluğu, maalesef ki İkinci Dünya Savaşı sonrası işgalci güçler tarafından yok edilmiştir ancak tiyatro temelli erken dönem sinemasının teknikleri ve anlatım biçimleri ilerleyen dönemlerdeki Japon filmleri için bir mihenk taşı görevi görmüştür.

Özellikle “Noh” ve “Kabuki” oyunları Japon sinemasının elde edeceği özgün sinemasal anlatım ve sinema kültürünün oluşmasında oldukça önemli roller oynamışlardır. Kabuki tarzı eserler isimlerini “tuhaf görünmek ve davranmak” anlamına gelen “kabuku” fiilinden alırken, entrika, intikam, karışık aşk hikayeleri gibi konuları ele almışlardır. Kabuki tarzı oyunların en belirgin özellikleri abartılı jestler ve gösterişli kostümler olmuştur. “Noh” tarzı eserler ise, Şinto Tapınaklarında ortaya çıkmıştır ve genellikle samuray öğretisi olan “Bushido” kodu üzerinden kahramanlık, erdem gibi kavramları ele almıştır. Noh tarzı oyunlar simge ve sembollerin oluşturduğu bir alt metine sahiptir ve sembollerin anlam ve önemlerini bilmeyen kişiler için anlaşılması güç oyunlardır.

Başta bu iki oyun tarzıyla birlikte tiyatro etkisinde geçen erken dönem Japon Sineması, klasik ve geleneksel oyunların getirdiği anlatım biçimlerini ve simgeleri sinemasal teknikler ve kuramlar ile harmanlayarak sinemanın erken dönemlerinde oldukça özgün bir anlatım ve tarz yakalamayı başarmıştır. Sessiz Dönem’in oldukça uzun sürmesi, ilerleyen dönemlerde de anlatımın diyalogdansa mimikler ve aksiyon ile sağlanmasına sebebiyet vermiş ve birçok yönetmene ilham kaynağı olmuştur.

Japon Sineması’nda ilk sesli film 1931 yılında çekilmiştir (Komşunun Karısı ve Ben, Modamuto Nyobo) ve İkinci Dünya Savaşı’nın başına kadar sessiz ve sesli filmler beraber üretilmiştir. Sinemaya olan yüksek ilgi sektörün gelişmesini sağlamış ve özellikle savaş sonrası dönemde Japon Sineması’nda öncü olacak ustalar olan Akira Kurosawa, Kenji Mizoguchi ve Yasujiro Ozu’nun ilk eserlerini üretmelerini sağlamıştır.

Savaş Dönemi Japon Sineması

İkinci Dünya Savaşı süresince sinema Japon İmparatorluğu tarafından tıpkı müttefikleri Nazi Almanyası’nda olduğu gibi güçlü ve efektif bir propaganda unsuru olarak kullanılmıştır, üretim ve dağıtım aşamaları tamamen devlet tekeline alınmıştır. Özellikle Çin, Tayvan, Kore gibi komşu ülkelerin istila edilen bölgelerinde kurulan film stüdyoları üzerinden Japon egemenliğini meşrulaştırmak üzere bir sürü propaganda filmi çekilmiştir.

1939 senesinde çıkarılan sinema kanunu ile Japon hükümeti, Japon Sineması’nı ve gelişimini derinden etkileyecek olan oldukça katı ve kısıtlayıcı bir sansür politikası izlemeye başlamıştır. Sinemada aşk, cinsellik gibi kişisel zevkleri, bireyselliği ve özgürlükçü düşünceyi öven filmler tamamen yasaklanmış ve sinema sektörü orduyu, feodal düzeni, geleneksel Japon kültürü ve etik kavramlarını öven filmlere kısıtlanmıştır. Bu dönemde Samuray kodu “Bushido” ve Japon ataerkil aile sisteminin temelini oluşturan “İe” kavramına odaklanan filmler ön plana çıkmış, ve bu kavramlar üzerinden bireylerden istenilen davranışlar topluma empoze edilmiştir, “devlet için kendini feda etmek”, “imparatora ve geleneksel düzene olan sadakat” gibi algılar güçlendirilmiştir.

Savaş öncesi dönemde toplumsal gerçekçilik ve bireysellik kavramları üzerine eserler vermeye başlamış olan Kurosawa, Ozu ve Mizoguchi gibi yönetmenlerin filmleri ciddi sansür ve yasaklanmalara mazur bırakılmış, bu önemli isimler sektörden uzaklaştırılmıştır. Örneğin Kurosawa’nın “San Paguita Çiceği” isimli senaryosundaki bir doğum günü sahnesi sansür kurulu tarafından fazla “angla-sakson” bulunmuş ve sansürlenmiş, Kurosawa’nın bu karara tepkisi “O zaman imparatorun doğum gününü kutlamamız da oldukça “anglo-sakson” bir davranış” olmuş, bu cümle üzerine film tamamen yasaklanmış ve Kurosawa savaş bitene kadar sektörden dışarı itilmiştir.

Savaş Sonrası Japon Sineması

İkinci Dünya Savaşından mağlup ayrılan Japonya, savaş sonrası dönemde kültürel ve yönetimsel anlamda ciddi bir transformasyona maruz kalmış, bu değişimin etkisi sinema da olmak üzere toplum ve kültürün her yapı taşını ebediyen değiştirmiştir. Savaş sonrası Japonya ABD’nin başını çektiği müttefikler bloğu tarafından işgal edilmiş ve ABD’li General McArthur Japonya’nın savaş sonrası ilk lideri olmuştur. McArthur önderliğinde ABD, klasik ve geleneksel anlayış ve yapıları batı ideolojisi, bireysellik ve liberal toplum yapısı ile değiştirmek üzere Japonya’da farklı farklı politikalar izlemiş, 1939 sansür kanunu da bu politikalar bağlamında 1946 senesinde farklı bir sansür kanunu ile değiştirilmiştir.

1946 sansür kanunu, bir önceki kanunun tam olarak zıttı bir şekilde feodal düzeni, başta “Bushido” olmak üzere Japon gelenek ve etiklerini yasaklarken, bireysellik hareketi üzerinden bireyin iç dünyası ve özgürlük kavramına yoğunlaşan, batılı düşünce ve toplumsal yapı anlayışlarını öven filmleri ön plana çıkarmıştır. 10 seneden kısa bir süre de ortaya çıkan bu iki kanun, Japon sinemasının hatta bütün Japon sanat medyumlarının ilerleyen yıllarda benimseyip işleyeceği kültürel çatışma kaynaklı düalist yapının ortaya çıkmasına sebebiyet vermişlerdir.

1950’li yıllar Japon Sineması için adeta bir dönüm noktası olmuş, farklılaşan topluma ve bireylere yoğunlaşan, felsefi kuramlar üzerinden Batı ve Japon kültürü arasındaki sıkışmışlığı anlatan filmler ortaya çıkmıştır. Savaş döneminde sansürlenen ve itilen Kurosawa, Ozu ve Mizoguchi altın dönemlerini yaşamış ve Japon sinemasını Dünya’ya tanıtmışlardır.

Kenji Mizoguchi & Yasujirō Ozu, 1948

Bu dönemde Kurosawa, batı felsefesi ve düşüncesini, erken dönem Japon sinemasının öğretileri ile harmanlayarak Japon kültür ve geleneksel yapılarına uyarlayarak feodal yapının çürümüşlüğüne odaklanmıştır. Ozu, merceğini Japon hanelerinin salonlarına, yatak odalarına sabitleyerek kültürel ve yönetimsel değişimin birey üstündeki etkilerine odaklanmıştır. Mizoguchi ise, uzun yıllar boyunca bastırılmış olan kişisel şehvet ve tutkular üzerinden özgürlük kavramına yoğunlaşmıştır. Bu üç usta isim ve sinemaya getirdikleri yenilikler ile birlikte Japon sineması kendini gelenek ve yenilik tezatları arasında oldukça akıcı, harmonik bir noktada konumlandırmış ve erken döneme göre daha güçlü, daha yapılandırılmış ama hala oldukça özgün bir anlatıma ulaşmıştır.

Japon Yeni Dalga Sineması

Savaş sonrası özellikle Batı toplumlarında yaygınlaşan tüketim temelli, kapitalist yeni dünya düzeni ve getirdiği yalnızlaşma, anlamsızlaşma hissiyatları sinemayı etkisi altına almış, İtalyan Sinemasında “Yeni Gerçekçilik” ve Fransız Sinemasında “Yeni Dalga” akımları ile sinema sanatını kökünden değiştirmiştir. 60’lı yıllarda ortaya çıkan bu akımlar, özellikle Yeni Dalga Sineması, Japon Sinemasını adeta bir tsunami gibi vurmuştur.

Japon Yeni Dalga Akımı, Avrupalı kardeş akımları gibi modern toplumun getirdiği tekdüzeleşme, kimliksizleşme gibi kavramlar üzerinden siyasal, cinsellik ve şiddet temelli filmler ortaya çıkarmıştır. Japon Sineması, akımların dalgasına kapılırken, toplumun yaşadığı yenilik-gelenek tezatına sarılamaya devam ederek kapitalist düzenin getirdiği sıkıntıları birbirinden oldukça farklı olan hem Batı hem de Japon duyarlılığıyla ele alarak kendine has bir yer edinmiştir.

Modern toplumun getirileri Japon sanatçıları da ikiye bölmüş, kimisi gelenekler ve “Japon olmak” tan uzaklaşmanın toplumu çökerteceğini anlatan eserler verirken, bazıları ise modern yaşamın bireyselliği üzerinden insan pskilojisi, cinsel arzular ve şiddet ekseninde eserler vermiştir. Sanatçılar arasındaki bu bölünme yalnızca ideolojik olarak kalmamış, sinemanın çok daha geniş bir yelpazede eserler vermesini sağlamıştır. Korku filmleri ve yumuşak porno diye adlandırılan cinsellik temelli filmler bu dönemde popülerleşmeye başlamıştır.

Yeni Dalga Sonrası Japon Sineması

60’lı yıllardan 70’li yılların sonuna kadar sürmüş olan Yeni Dalga sineması, 50’li yılların usta işi ancak tutucu sinema anlayışını yıkıp, yerine çok daha vahşi, çok daha dürtüsel ve çıplak bir sinema anlayışı getirmiştir. Geleneksel etmenlerinden ayrışmaya başlayan toplumun oldukça ilgisini çeken bu anlayış, Yeni Dalga Sinemasından sonra da etkinliğini korumuş, dallanarak farklı akım ve türlere evrilmiştir.

Yeni Dalga sonrası nispeten küçük çaplı sinemasal akımlar Japon Sinemasını çevrelemiştir. “Güneş Kabilesi Akımı” anarşist bir ideoloji ile gençliğin asi dünyasına odaklanırken, “Pembe Film Akımı” yumuşak pornografik içerikleriyle toplumsal konuları cinsellik üzerinden ele almıştır. Yeni Dalga ile popülerleşen korku filmleri de Japon Sinema Sektörünün en önemli dallarından biri olmuştur.

80’li yıllar itibarıyla teknolojik gelişme ile birlikte Anime, Japon çizgi filmleri, popülerleşmeye başlamıştır. Bu yıllarda endüstriyi domine etmeye başlayan Anime ve korku filmleri günümüzde de Japon Sinemasının en gözde branşları halindedir, ancak Yeni Dalga ve getirdiği anlayış hala önemli bir yere sahiptir.

Japon Sinemasına Damga Vurmuş 25 Film

I Was Burn, But… (Yasujiro Ozu,1932)

Japon Sineması

Ozu’nun erken dönem eserlerinden olan film, iki kardeşin babalarının aslında düşündükleri kadar önemli bir insan olmadığını anlamaları üzerine odaklanıyor. Film, çocukların perspektifinden geleneksel aile ve toplum kavramlarını satirik bir şekilde inceliyor.

The Story of Last Chrysanthemums (Kenji Mizoguchi, 1939)

Japon Sineması

Mizoguchi’nin sansür kanunu öncesi bitirdiği, ancak yasaklandığı için izleyici ile buluşması savaş sonrasını bulan film, efsanevi bir aktörün oğlu olan Kikunosuke’nin oyunculuk kariyerindeki mücadelesini komediye kaçan bir şekilde anlatıyor.

Banshun-Late Spring (Yasujiro Ozu,1949)

Japon Sineması

Ozu’nun savaş sonrası Japonya’da ki değişimleri konu aldığı filmlerinden biri olan Banshun, babasını, hayatını ve özgürlüğünü seven Noriko’nun çevresi ve ailesi tarafından gördüğü evlilik baskısı üzerinden farklılaşan toplumda kadınların ve hayatlarının değişimini ele alıyor.

Rashomon (Akira Kurosawa, 1950)

Japon Sineması

Venedik Film Festivalinde aldığı en iyi film ödülü ile Japon Sinemasının Dünya çapında tanınmasını sağlayan film, Kurosawa’nın en önemli filmlerinden biri olarak görülüyor. Rashomon, işlenen bir suçu 4 farklı perspektiften ele alırken, batı felsefesi ve kuramları üzerinden geleneksel Japon öğelerine güçlü bir eleştiri sunuyor. Film aynı zamanda zamanına göre oldukça yenilikçi ve cüretkar hikaye yapısı ile sırf Japon değil, bütün Dünya sinemalarına yeni teknikler sunuyor.

Ikıru-To Live (Akira Kurosawa,1952)

Japon Sineması

Kurosawa’nın merceğini modern bürokrasinin anlamsızlığı ve getirdiği kimliksizlik bunalımına çevirdiği İkiru filmi yönetmenin en duygu yüklü filmlerinden biri. Yıllarca belediyede departman şefliği yapmış, gözünü yaşamın güzellikleri ve büyüsüne kapamış olan Watanabe’nin, kanser olduğunu öğrendikten sonra boşa harcadığı hayatındaki anlam arayışını anlatan film, özellikle Kabuki tiyatrosunu getirdiği mimiklerin ön planda olduğu anlatım tarzıyla modernleşen yaşam ve hayatın esansı üzerine oldukça güçlü ve bir hayli politik bir eleştiri getiriyor.

Ugetsu Monogatari (Kenji Mizoguchi, 1953)

Japon Sineması

16. Yüzyıl Japonyası’nda geçen film, açgözlülük ve kıskançlık ile çevrelenmiş olan, geleneksel Japon toplumunun en değerli öğeleri olan onur ve statü kavramlarına duyulan takıntıyı iki kardeşin maceraları üzerinden anlatıyor. Mizoguchi, filmlerinin temelini oluşturan tutku ve ihtirasın insanlar üzerinde ortaya çıkardığı sonuçları geleneksel Japon toplumu ve inanışlarına uyarlayarak geçmişe ve değerlere karşı adeta bir savaş açıyor.

Tokyo Story (Yasujiro Ozu,1953)

Japon Sineması

Japon Sinema tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Ozu’nun magnum opusu sayılan Tokyo Story, kültürel değişimin Japon aileleri üzerindeki etkisini en güçlü ve direkt şekilde aktarmayı başaran filmlerden biri. Ozu’nun stil sahibi ve sabit (kamera bütün film boyunca yalnızca bir kere hareket ediyor) perspektifinden jenerasyonlar arasındaki kopukluk ve iletişimsizliği oldukça yalın ama bir o kadar da kuvvetli bir şekilde aktaran bir film Tokyo Story. Kırsalda yaşayan, çocukları ve torunlarını görmek üzere Tokyo’ya seyahat eden yaşlı bir çiftin karşılaştıkları ilgisizlik ve bu bağlamda onları kaplayan önemsizlik hissiyatına yoğunlaşıyor film.

Seven Samurai (Akira Kurosawa, 1954)

Japon Sineması

Dünya sinemasının gördüğü en görkemli epiklerden biri olan Seven Samurai, döneminin çok ötesinde ve sinemayı temellerinden sarsmış olan bir film. Haydutlar tarafından yağmalanan bir kasabanın, kendilerini savunması için tuttukları yedi samurayın savaşını anlatan film, kendisini takip edecek olan bütün savaş ve aksiyon başyapıtlarına ilham kaynağı olmuş bir başyapıt. Geçmişi ve geleceği arasında sıkışmış olan dönem Japon toplumunun içinde bulunduğu ikilemi, samuray kültürünü kullanarak, yer yer övüp yer yer yererek ele alan Kurosawa, özellikle hareket temelli dinamik kamera tarzı ile bir kez daha ne kadar usta bir yönetmen olduğunu Seven Samurai ile kanıtlamış, adını sinema tarihine altın harfler ile kazımıştır.

Godzilla (Ishiro Honda, 1954)

Japon Sineması

Sinema tarihinin yarattığı belki de en unutulmaz canavar. Çekildiği 1954 yılından günümüze kadar bir sürü uyarlaması bulunan Godzilla, Amerikan nükleer silah testleri sonucu ortaya çıkan dinozor benzeri bir canavarın Japonya’ya saçtığı dehşeti anlatıyor. Film, dünyaya gelecek nesillerin de hepsini etkisi altına alacak mitolojik bir canavar kazandırırken, oldukça sağlam konumlanmış bir tarihsel, politik alt metin ile keskin ithamlarda bulunmaktan da kaçınmıyor, Japon toplumu gözünde nükleer silahların yıkıcılığını ve dehşetini gözler önüne seriyor.

Onibaba (Kaneto Shindo, 1964)

Japon Sineması

Japon korku filmleri için bir mihenk taşı olan Onibaba, Yeni Dalga’nın getirdiği cinsellik, şiddet ve tutku temaları üzerinden rahatsız edici, korkutucu bir toplum eleştirisi sağlıyor. İki kadın ve tutkuları, günahları üzerinden ilerleyen filmde Shindo, akımın getirilerini Ozu, Kurosawa gibi ustaların perspektifiyle harmanlayarak öncü olacak bir film ortaya çıkarıyor.

Tokyo Drifter (Seijun Suzuki, 1966)

Japon Sineması

Yeni Dalga Sinemasının asi çocuğu olarak tanımlayabileceğimiz Seijun Suzuki’nin oldukça kişisel olan, Japon Sinemasındaki stüdyo tekelleşmesine karşı isyan bayrağını çekmeye başladığı Tokyo Drifter , “Anka Kuşu” lakaplı Tetsu isimli bir gangsterin hikayesidir. Canından çok değer verdiği patronu ve kendisinin özgürlüğü için rakip çetelere karşı çıktığı yolculuğa çıkan Tetsu, bir an bile ideallerinden ve görevinden vazgeçip süphe duymaz. Ancak işin sonunda Tetsu, çok sevdiği patronu tarafından ihanete uğrayacak ve çok sevdiği kadını dahil her şeyi terk edip bir seyyah(drifter) olmak zorunda kalacaktır.

The Pornographers (Shoe Imamura, 1966)

Japon Sineması

Yeni Dalga’nın en önemli yönetmenlerin Imamura’nın en cüretkar filmi. Bir porno filmi yapımcısı olan Ogata’nın, karmaşık, göze batmamaya çalışan hayatını satirik bir şekilde anlatan film, pornografi ve cinselliği gündelik hayat ve toplum çerçevesinde ele alıyor ve ileriki dönemlerde Japon Sinemasını etkileyecek olan “Pembe Film” akımı için kapıyı açıyor.

Yukoku ( Yukio Mishima, 1966)

Japon Sineması

Japon Edebiyatının en önemli romancılarından Yukio Mishima’nın oynayıp, yönettiği “Noh” tiyatrosu tarzlı bir kısa film olan Yukoku, modernleşen Japon toplumunda kaybedilen geleneksel değerlerin önemini konu alıyor. Bir asker ve eşinin “Harakiri” ritüelini ele alan kısa film, Mishima’nın romanlarında ele aldığı ölüm ve yaşamın bütünlüğü ve geleneksel değerlere olan bağlılığını yansıtıyor. Mishima’nın Yukoku’yu çektikten birkaç sene sonra başını çektiği başarısız darbe girişimi sonrası aynı filmdeki gibi harakiri ile intihar etmesi de filmi daha da çekici ve güçlü kılıyor.

Branded To Kill (Seijun Suzuki, 1967)

Japon Sineması

Seijun Suzuki’nin ve belki de Japon Yeni Dalgası’nın başyapıtı olarak sayılabilecek bir film. Yakuza içindeki üç numaralı katil olan Hanada’nın bir numara olmak için duyduğu tutkuyu oldukça sürreal, satirik ve heyecanlı bir şekilde aktarıyor film. Suzuki usta işi montajları, çekim teknikleri , monokrom çekimler ve muhteşem müzikleri ile Yakuza dünyasını gerçek ve sürreal arasında muazzam bir anlatım ile aktarırken, gerçek ve fantastik, absürt ve ciddi gibi tezatları kullanarak gerçekten olağan üstü bir atmosfer yakalamış, filmin her anını gergin ama bir o kadar da eğlenceli olmasını sağlamıştır.

Funeral Parade of Roses (Toshio Matsumoto, 1969)

Japon Sineması

Japon Sinemasında cinsiyet kavramını ele alan öncü film olan bu Yeni Dalga filmi, Eddy isimli bir transseksüel birey üzerinden, transseksüel bireylerin yaşadığı sıkıntıları ve arada kalmış bir toplum olan dönem Japonyası’nın bu bireylere karşı olan yaklaşımını işler.

Silence (Masahiro Shinoda,1971)

Japon Sineması

2016 yılında Martin Scorcese tarafından yeniden beyaz perdeye uyarlanan film, 17. Yüzyılda Hristiyanlığı yaymak ve ustalarını bulmak için Japonya’ya seyahat eden iki rahibin hikayesini konu alıyor, inanç ve din temelli politikaların toplum üzerindeki etkisini işleyerek geleneksel Japon inançlarının empoze ediliş tarzını eleştiriyor.

Empire of Passion (Nagisa Oshima, 1978)

Japon Sineması

Nagisa Oshima’ya Cannes Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülünü getiren film, genç sevgilisi Toyiji ile kocasını öldüren Seki’nin ölen kocasının hayaletinin kendisine musallat olması ile birlikte artan suçluluk, pişmanlık ve utanç duygularıyla yüzleşmesini ele alıyor.

Ran (Akira Kurosawa, 1985)

Japon Sineması

Kariyeri Japon Sinemasının neredeyse tamamına yayılmış olan Akira Kurosawa’nın elinden çıkmış bir başka savaş epiği. Ortaçağ Japonyasında emekli olan bir savaş lordunun, krallığını üç oğluna paylaştırması ve kardeşler arasındaki güç tutkusunun doğurduğu rekabetin kısa süre içerisinde krallığı yıkıma sürükleyecek olan bir savaşa dönüşmesini ele alıyor. Görsel olarak Kurosawa’nın en görkemli filmlerinden biri olan Ran, 1986 senesinde en iyi kostüm Oscar Ödülü’nü alıyor.

Grave of Fireflies (Isao Takahata, 1988)

Japon Sineması

Japon Sinemasında Anime tarzı filmlerin popülerleşmesinde çok önemli bir yeri olan bir film. Grave of Fireflies, savaş sonrası dönemde çocuk olmanın getirdiği zorlukları, savaşın ve hayatın acımasızlığını, dehşetini bir çocuğun masumiyeti üzerinden aktarıyor. Seita ve küçük kız kardeşi Setsuko’nun hayatta kalma mücadelesini ele alan film izleyiciyi oldukça hüzünlü ve sarsıcı bir evrene götürüyor.

The Eel (Shoe Imamura, 1997)

Imamura’ya 1983 yapımı “Ballad of Narayana” isimli filminden sonra ikinci “Palme D’or” ödülünü getiren film, karısını öldürdükten sonra hapise giren, ve hapisten çıkınca hayata tekrardan entegre olmaya çalışan Takura’nın hikayesini anlatıyor. Takuro hapiste bir yılan balığıyla dost oluyor, hapisten çıkınca bir berber dükkanı açıyor, en yakın arkadaşı olan yılanbalığına sarılsa da geçmişinin hayaletlerinden kaçamıyor.

Audition (Takashi Miike, 1999)

90’lı yıllar itibari ile Japon Sinemasında ses getirecek olan asi yönetmen Takashi Miike’nin en başarılı filmlerinden olan Audition, gerilimin her dakika arttığı ve nefes kesen bir film. Dul kalmış ve yeni bir eş arayan Aoyama, bir arkadaşının yardımı ile kurmaca bir film seçmesi düzenler ve seçmeye katılan kızlardan biri olan Asami’ye tutulur. Ancak Asami hiç de Aoyama’nın tahmin ettiği gibi birisi değildir.

Battle Royale (Kinji Fukasaku, 2000)

Distopik bir gerçeklikte gelecek Japonyasında geçen film, hükümet tarafından her sene yapılan, ülke genelinden bir sınıfın rastgele seçilip, bir adaya yollandığı ve öğrencilerin tek kişi sağ kalana kadar birbirini öldürdüğü bir dünyayı anlatıyor. “Orijinal Hunger Games” diye tanımlanabilecek olan film, Hunger Games’in eksik kaldığı vahşilik gibi bütün boşlukları hakkını vererek dolduruyor.

Spirited Away (Hayao Miyazaki, 2001)

Anime film anlayışının zirve yaptığı, Hayao Miyazaki’ye en iyi animasyon dalında Oscar Ödülü getirmiş olan Spiretted Away en çok tanınan ve en beğenilen anime filmlerden biri. Ailesiyle birlikte yanlışlıkla girdiği ruhlar evreninde mahsur kalan Chihiro isimli kızın macerasını anlatan film, gerçekten büyüleyici bir atmosfer ortaya çıkarıyor ve hayal gücünün ne kadar sınırsız olduğunu hatırlatıyor.

Shoplifters (Hirokazu Koreeda, 2018)

Oldukça fakir, ufak çaplı hırsızlıkları alışkanlık edinen Shibata ailesini anlatan film, 2019 senesinde Cannes Film Festivalinde “Palme D’or” ödülünün sahibi oluyor. Hırsızlığı ailecek benimsemiş olan Shibata ailesinin, Juri isimli başıboş küçük bir kızı ailelerine katmalarıyla değişen hayatları, ve sorgulamaya başladıkları alışkanlıkları ekseninde bir ailenin çözülüşünü ele alıyor Shoplifters.

Mishima: A Life in Four Chapters (Paul Schrader, 1985)

“Taxi Driver” filmininde yazarı olan Paul Shrader’ın yönettiği film, bir Japon yapımı olmasada Japonya’nın yazı boyunca bahsettiğimiz kültürel sıkışmasını, kimlik bunalımını en iyi ele alan filmlerden biri. Yukoku filminde bahsettiğimiz yazar Yukio Mishima’nın hayatını, Mishima’nın yazmış olduğu dört adet roman üzerinden farklı bölümler ile inceleyen film, Mishima’nın sıradışı hayatını anlatırken, kendisinin radikal toplumsal, siyasi görüşleri üzerinden Japon toplumunu etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor, aynı zamanda renklerin usta işi kulanımı ile oluşturduğu görsel şölen ile izleyicisini ekrana kitliyor.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir