Bir Yavuz Turgul Portresi: Kaleminden His Damlayan Sinemacı ve O’nun Muhsin Bey’i

Yazan: Mustafa Sayır

Yavuz Turgul’un sinemasına, yaratıcılığına benim kelimelerden bir elbise dikmem zor… Kaleminden his damlatarak yarım asırdır bu toprakların insanının hikayesini yazan; genellikle kaybeden insanların mutsuz hikayelerini izleten, çoğu zaman mutsuz sonla biten ama izleyiciyi salondan mutlu çıkartmayı başaran bir sinemacı o. Duyguları speküle etmeden ama yaşatarak… Dramın içine güldürüyü serpiştirerek…

Mesela, Züğürt Ağa‘da onurlu bir adamın karakterinden ödün vermeden dibe vuruşu ama pes etmeyişinin resmini hangi ressam onun kadar dokunaklı çizebilirdi ki… “Ben sana vurulmuşum, nasıl giderim ağam” diyen Kiraz’in samimiyetini izlerken hangimizin gözlerine toz kaçmamıştı?

Züğürt Ağa

Ya da Çiçek Abbas‘da Abbas’in sevdiğini sinemaya götürmek için yaşadığı utancın aslında binlerce süslü kelimeye değer olduğunu O’nun kaleminden damlayan mürekkep sinemanın perdesine yansıdığında hissetmedik mi? Sonraları kamyonların arkasında da sık sık gördüğümüz “sevene can feda, sevmeyene elveda” kaç kişinin kırık duygusuna tercüman olmuştu bu topraklarda…

Kafası askeri darbeyle ezilmiş, fakirlikten beli bükülmüş kitlelerin sözüm ona neo-liberal politikalarla hayattan soğutulduğu 80’lerin yolsuzluk ve fırsatçılık dünyası Banker Bilo‘da dram ile güldürü ne kadar iyi harmanlanabilecekse ancak o kadar iyi anlatılabilirdi işte…

O’nun sinemasında yıllarca kerameti kendinden menkul politikacıların yalanlarıyla kandırılmış, onların kararlarıyla hayatları savrulmuş, göç etmiş, göç ettiği yerde ne taşralı kalabilmiş, ne de modern hayata tutunabilmişlerin dramı ağlak bir mizansenden çok daha ötede modellenmişti. Şüphesiz çok başarılı yönetmenler çok başarılı filmler yaptılar ama taşra ile modernite arasında sıkışıp kalmış, bu toprakların kafası karışık toplumunun fotoğrafını onun samimiyetinde çeken kimse de çıkmadı Türk Sineması’nda…

Issız Adam’ları yoktu belki ama sokaktaki insanların tek tek yüzüne bakarak 15 milyonluk şehirde yıllarca hasretini çektiği insanı bulacağını umacak naiflikte karakterize edilmiş Baran’ları vardı… Modern zaman eşkıyalarıyla savaşan eski zaman eşkıyası Baran, Keje’yi bulup da ona “benimle de konuşmayacak mısın?” diye sorduğunda hangimizin boğazı düğümlenmemişti ki…

Yavuz Turgul ve Şener Şen Eşkıya filminin setinde

Davaro‘da Memo herkese ve hatta biricik aşkına rağmen Sülo’yu öldürmeyi reddederken kazanan yine insanlıktı… Ya da Gönül Yarası’nda Dünya’nın kızının sessizliği bu topraklarda yıllarca suskunluğa mahkum edilmiş kadınların çığlığı değil miydi?

Tosun Paşa, Şekerpare; babası, annesi işten yorgun argın döndükten sonra iki göz evde tek akşam eğlencesi televizyonda gösterilen film olan hangi orta direk ailenin evinden şen kahkahalar yükseltmemişti ki…

Türk sinemasında muhafazarlıkla çivisi çıkmış modernite’nin savaşını, en içten şekilde, insanı insan yapan tüm değerler hızla yozlaşırken, İstanbul’a işkence edilmiş ve edilmeye devam edilirken, O’nun yeniliğe direnmeyen ama geleneği yaşatmaya çalışıp yozlaşmaya kaşlarını çatan “son adam”ları üzerinden okumadık mı?

Eşkıya Baran, Muhsin Kanadıkırık, (“Muhsin Bey”), Haşmet Asilkan (“Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”), Züğürt Ağa ya da Öğretmen Nazım (“Gönül Yarası”).

Naiflik ve saflık… Zerafet ve nezaket…

“Bu suyun balığı o…”

Meral Okay (Yavuz Turgul için)

Aynı ülkenin insanı olduğumuz için şanslı hissetmemiz gereken bu büyük sinemacının filmografisinde en mühim parantezi kuşkusuz döneminin ötesinde nefes alan Muhsin Bey filmine açmak lazım. 1987 yapımı filmde büyük usta Şener Şen’e (Muhsin Kanadıkırık), Turgul’un sonraları yine yazıp yönettiği bir diğer film olan ve Türk Sineması’nda devir açıp devir kapatan Eşkiya’da Cumali karakteriyle unutulmaz bir oyunculuk sergileyen Ugur Yücel (Ali Nazik) eşlik ediyor.

Muhsin Bey, yüzeysel bir okumayla aslında belki de sadece bir ihanet öyküsü. Büyük şehire tutunmak için gelmiş Urfalı Ali Nazik, mücadelesinde elinden tutup uğruna hapis yatma dahil her türlü fedakarlığı yapan Muhsin Bey’e nankörlük yapar ve yüzüstü bırakır. Ancak tabi bu kadar basit değil; senaryo bundan çok daha fazlasını içeren sosyolojik bir okumayı hak ediyor.

Metinsel açıdan birbirlerinden çok farklı dünyaları anlatıyorlar, farkındayım, ancak anlatı şablonu yönünden bakıldığında Muhsin Bey ile David Fincher’in 1999 yapımı kült filmi Dövüş Kulübü (“Fight Club”) arasında bir benzerlik kurabiliriz. Dövüş Kulübü’nde Edward Norton’un canlandırdığı Anlatıcı (“The Narrator”) karakteri robotlaşmış ve kaderine hapsolmuş Amerikan burjuvasını temsil ederken; Brad Pitt’in oynadığı Tyler Durden karakterinde bu durumun bilicinde olan ve ancak isyan eden anarşist Amerikan alt kültürü vücut bulur. Tıpkı Dövüş Kulübü’nde karakterlere yüklenmiş misyonlar gibi; Muhsin Bey’de de iki ana karakter etrafında örülmüş farklı misyonlardan rahatlıkla söz edebiliriz.

Ülkenin bir modernleşme krizinin içinde bulunduğu, darbe sonrası oturmamış neo-liberal politikaların sosyo-kültürel kaosa, değer ve zihniyet kargaşasına yol açtığı, kısa yoldan köşeyi dönmenin yüksek itibar gördüğü 80’ler Türkiye’sinde geçen filmde; şarkıcı olup en kısa yoldan hayallerine ulaşmaktan başka gayesi olmayan ve ses yarışması için Urfa’dan İstanbul’a gelmiş Ali Nazik ile yaşadığı çevredeki kültürel yozlaşmaya direnen, ayak uyduramayan, hayata karşı takındığı ilkeli tavırdan ödün vermeyen Muhsin Kanadıkırık iki farklı kutbu temsil eder. Film bu iki kutup arasında kültürel temelde yükselen çatışmayı arabesk müzik çerçevesinde anlatır ve iki farklı yaşam biçimini tanımlar.

Muhsin Bey

Muhsin Bey arabesk müziğin kent kültüründe yarattığı değişimler karşısında, söz ve davranışlarından evine ve kıyafetine kadar geçmişe sahip çıkmaya çalışır. Beyoğlu’ndaki eski apartmanlardan birinde oturur, çevresinde dayatılan değişimin yarattığı koşullara direnir. Her gün özenle çiçeklerini sulayarak onlarla konuşurken belki de artık ulaşılması mümkün olmayan yitik bir geçmişten bahseder. Geri döndürülemez zamana ilişkin nostaljik bir yaklaşım…

Otantik olanın yağmalanıp tüketilmesine yönelik eleştiri ise yeni kent kültürünün temsilcisi olan Ali Nazik karakteri aracılığıyla canlandırılır, onun karakterinde vücut bulur. Sadeliğin, sahiciliğin bozulmasını simgeleyen Ali Nazik geldiği yörenin türkülerini söylemek yerine arabesk şarkılar söyleyerek kısa yoldan şöhret olmanın derdindedir. Davranışları bir kenara bırakın hayalleri bile Muhsin Bey’inkilerden çok farklıdır. Muhsin Bey çok parası olursa tespih yapmaktan, Üsküdar’da kız kulesini gören bir ev almaktan, dost ortamlarında fasıl geçmekten, eski bir sanat müziği sanatçısı olan Afitap Hanım’ı huzurevinden çekip kurtarmaktan bahsederken; Ali Nazik bir kebapçı dükkânı açmanın, beyaz elbise ipek gömlek giymenin, altın kolye takmanın ve birçok kadınla beraber olmanın hayalini kurar. Tam bu noktada, gelenek ve modernlik arasındaki bu ayrışma ve kimliği kaybetmeye yönelik kaygı arabesk müzik ekseninde karşımıza çıkar. İyiliği, kötülüğü elbette öznel bir tartışmanın konusudur, o konuya girmeyeceğim ancak çözüm sunamayan, acıyı yücelten, kitlelerin yaşadığı imkansızlığın, fakirliğin, itilmişliğin bir anlamda ifadesi olan arabeskin Türk toplumunun yaşadığı dönüşümün sonucu olduğunu da tartışmaya çok gerek yoktur. Muhsin Bey filminin bu yönüyle çekirdeği, özü yitirmeye yönelik bir kaygıyı esaslı bir şekilde ele aldığını, bir yaşam biçimi ve bir zihniyet tanımı yaptığını söyleyebiliriz. Film’de arabesk kültür, işte tam da bu sahici çekirdeğe ve geleneksel öğelere yönelik bir tehdit olarak betimlenir.

“Çiçekler ölmüş. Hepsi… Eskiden bir yer ayarlardın, güneşi iyiyse yerini de sevdiyse ne biçim açardı. Şimdi güneş aynı, ışık aynı, yer aynı… Suni gübre istiyorlar, 1-2 gram potas koyunca bir coşuyor namussuzlar, ama sonra… Ölüyorlar…”

Muhsin Kanadıkırık (Muhsin Bey)

Filmde, Muhsin Kanadıkırık’ın bu sözleri aslında gitgide sunileşen gündelik hayata ve hızlı gelişen ama aynı hızda anlamını yitiren değerlere yönelik güçlü bir ironidir. Tematik akışta başlangıçta mazlum bir karakter olan Ali Nazik’in dönüşümü ise çarpıcıdır. Ali Nazik büyük şehre alıştıkça imkânlardan yararlanmak, iktidar sahibi olmak ve pastadan kısa yoldan pay kapmak ister. Film ilerledikçe Ali Nazik’in para ve şöhret uğruna Muhsin Bey’i yarı yolda bıraktığı, eziklik ve acı söyleminin yerini güç söyleminin aldığı görülür. Bu anlamda filmin iki ana karakteri arasındaki bu çatışma, aslında toplumsal katmanların yer değiştirmesine dayalı daha genel bir çatışmanın işaretidir. Zaman ilerledikçe artık her şeyin para ve güç üzerine kurulduğu ve toplumsal değerlerin giderek anlamını yitirdiği bir dünya söz konusudur.

Muhsin Bey

Kuşkusuz Turgul filmlerinde artık klasikleşmiş nostaljik yaklaşımın en önemli göstergelerinden biri de eski İstanbul’a yönelik özlem duygusu. Rantın ve yağmanın pençesinde nefesi hırıltılı çıkan İstanbul’a kaybolan tarihi ve kültürel değerler ekseninde yakılan ağıt, Muhsin Bey’in de arka fonunu süsler… Tıpkı Gönül Yarası, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni ve Eşkıya filmlerinde olduğu gibi… Muhsin Bey’de, Muhsin Kanadıkırık’ın sözleriyle güzelim İstanbul kebapçı haline gelmiştir. İstanbul’un etnik ve kültürel çeşitliliğini simgeleyen eski İstanbul sakinleri de bu yozlaşma ortamında giderek yok olur. Bakımevinde kalan ve Muhsin Kanadıkırık’ın hayran olduğu eski bir Türk sanat müziği sanatçısı olan Afitap Hanım bunun örneği olur. Aynı örnek Turgul’un Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde eski figüranlardan biridir, Eşkıya’da da bürokrat babasına inat oyuncu olan Artist Kemal’in ölümüdür. Tüm bu örnekler aslında eski değerlerin birer birer yok olduğu düşüncesini dokunaklı bir dille destekler.

Şener Şen ve Uğur Yücel’in oyunculuğun türlü ustalıklarını gösterdiği film, kapantısında Ali Nazik ile Muhsin Bey arasında geçen son diyalog aracılığıyla hem talan ve tüketim zihniyetinin suratına esaslı bir tokat indiriyor, hem de izleyicinin gönlünde yer tutacak zamansız bir film olmayı başarıyor. Zamansız diyorum çünkü yağma, rant ve hızlı tüketim kültürü, formatı değişmiş ve hatta daha da canavarlaşmış bir şekilde hala hayatlarımızda. Ses yarışmaları lüks stüdyoların yapay ışıklarının altında hala son hız devam ediyor. Mimari ucubesi plazalarda, ruhu satılmış gece kulüplerinde, sözüm ona cenneti vadeden lüks tatil otellerinde, sokaklarda, halk pazarlarında hayata çalım attığını sanan milyonlarca Ali Nazik aramızda dolaşıyor… İstanbul hala gözü doymayan canavarların elinde can çekişiyor… Rant, talan boyut değiştirdi; sadece artık her şey daha teknolojik (!)… E bir de sosyal medya var tabi… Hayat mı sosyal medyaya, sosyal medya mı hayata sığdı; onu da anlayabilene aşk olsun…

Muhsin Bey

Peki Turgul’un yozlaşmaya dudak büken o güzel adamlarından hala var mı, yoksa onlardan geriye bize sadece “o güzel adamlar o güzel atlara binip gittiler” hikayesi mi kaldı derseniz; cevabı zor bir sual… Ama bence biz her şeye rağmen enseyi karartmayalım. Çünkü Ali Nazik’ler kadar, ilkeli yaşamı, zerafeti ve inceliği arka cebinde unutmamış Muhsin Kanadıkırıklar da, iyi insanlar da hala var… Ve işte iyi insanların kolay mutlu olmadığı bu memlekette, bu filmi izleyip hislenen ve kaybettiğinde değil vazgeçtiğinde yenileneceğini bilenler için, Ali Nazik hatırlarda sadece bir yemek ismi olarak kalırken; Muhsin Kanadıkırık unutulmuyor…

1 yorum

Taner Alp 23 Ağustos 2023 - 07:26

Kaleminize sağlık

Cevapla

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir