Son Bakışta Aşk: 8 İstanbul Filmi ile Başarısız Bir Nostalji Denemesi

Yazan: Deniz Polat

Başlığın esin kaynağı Walter Benjamin ve onun şu cümlesine yer verdiği kısa bir deneme metni: “Büyük şehir insanını büyüleyen aşktır, ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk.” Bu cümlenin hemen gerisinde ise “Geçen Bir Kadına” ismiyle bir Baudelaire şiiri yer alıyor. Kalabalık bir Paris akşamında Baudelaire’in önünden belli ki güzel mi güzel bir kadın geçiyor ve Baudelaire, bu bakışın “son” olduğunu hüzünle bilerek yazıyor: “Başka yerde buradan, çok uzak! Çok geç! Belki de asla!”

Ülkedeki ‘nostalji’ duygusunu yalnızca ben ve bu kadar sık duyuyor olamam, değil mi? Sıradan bir cümlenin dur yere ‘eski’yi anarak başladığını ya da devamında sohbeti bitiren sözün ‘ah, o zamanlar’ diye gelip yerine yerleştiğini hepimiz görüyoruzdur. Hele ki bu söz İstanbul’a dairse; bu şehri, sözün hemen arkasından sıraladığımız, çok özlediğimiz ve fakat tanımlayamadığımız binlerce şeyin toplamı haline getiriveriyoruz. 

Bu yüzden, Benjamin’in sözünü modernizmin kurduğu devasa şehirlerin bize neler getirdiğini işaret eden yukarıdaki bağlamından çıkarıp, bir çeşit nostaljiyle, özleme haliyle ve hatta bir adım ileride hüzün ya da melankoli ile bağdaştırmak mümkün diye düşünüyorum. İstanbul’u zihinlerimizde inşa ettiğimiz bir müzeye dönüştürmek, onun güzel köşelerini, çirkin köşelerini, fakat çirkinse de anlamlı görülebilecek ya da güzel anıları çağrıştırmayı becerebilecek ‘makbul’ pisliğini, tekinsizliğini, güzel mi güzel boğazını, bu imgeleri tek tek seçen ve yerlerine yerleştiren; ve hatta Orhan Pamuk misali bunlardan yeteri kadar toplayınca da gerekli mi gereksiz mi diye düşünmeden bir müze açmaya cesaret edebilecek epey bir kalabalığız sanırım. Bu kalabalık soluk almadan İstanbul’u özlüyor. Ben de dahil. Fakat sorsak, hangi İstanbul olduğunu; birisi eski Galatasaray adasını söyler, diğeri Tarlabaşı’nda bir tekel market önünü, beriki Kadıköy’den Beşiktaş’a bir vapur yolculuğunu- belki eski bir sevgiliyle- bir diğeri Taksim-Yeşilköy dolmuşlarını, o dolmuşların kokusunu… Kimin neyi seçeceği belli değil.

Söz konusu karmaşa, kalabalık, çokluk içerisinden çıkan bu seçki de şu motivasyonla: Sürekli varsaydığımız o romantik İstanbul’un ne kadar edepsiz ne kadar seçilemez ne kadar Paris’e ya da Berlin’e benzemez olduğu; ya da önüne İstanbul’un kendisinin bile geçemediği bu nostalji duygusunun, aslında, yanlarında yeşerttiği ağaçlarla uzanan bir İstiklal caddesi sekansında tekrar coşturulabildiği gibi, çıplak şiddetle dolup taşan bir Gazi mahallesi sahnesinde de aynı hızla söndürülebildiği düşüncesi ile ortaya çıktı. İstanbul o kadar önümüzden koşar hale geldi ki, belki de, her birimiz ona bakıp ‘bir halini’ hatırlamaktan, bu kente attığımız her bakışı da onun varlığına atılan ‘son’ bakışımızmış gibi iç çekerek yöneltmekten geri duramıyoruz.  Tam da bu yüzden: “Herkesin bir İstanbul’u var elbet; çok uzak, çok geç, belki de asla, artık…” Ve doğal olarak biliyorum, bu listede herkesin İstanbul’u yok; ne yazık ki!

Tabutta Röveşata (Derviş Zaim, 1996)

İstanbul birçok şeyin başkenti olduğu gibi: şüphesiz meczupların, acziyetin ve her şeye rağmen insanlıkta ısrar edenlerin kenti. Mahsun da İstanbul’un orta yerinde çırılçıplak kalmış, kentin üzerine Rumelihisarı civarında yapışmış, onun ya artıklarıyla ya da geceleri ihtiyaç duymadığı arabalarıyla hayatta kalan bir karakter. Haddini aşmadığı sürece İstanbul’un kendisine gözlerini kapatmasıyla, onu görmemesiyle hayatta kalabiliyor. Bir zamanlar boğazı inleten şaşalı Osmanlı toplarının içinde uyuyor. Kenti sürekli orada ne işi olduğunu anlayamamış bir tavus kuşuyla dolaşıyor ve yine sürekli; kendisi gibi elinden hayatta kalmak dışında pek de bir şey gelmeyen karakterlerin yanından geçiyor. Derviş Zaim’in bu kült filmi olabildiğince sıradan fakat İstanbul’un içerisine gizlediği en orijinal hikayelerden birisi.

Kaç Para Kaç (Reha Erdem, 1999)

Derviş Zaim’in Mahsun’u ne kadar parazit-vari bir İstanbullu ise, Selim de tam tersine içinde gizlediği hırsı ve hayata geçirilmek üzere bekleyen tırnakları ile İstanbul’un kutsadıklarına; paraya, statüye ve bir çeşit orman kanununa kendisini kaptırmış bir karakter. Belki de İstanbul’un ele geçirdiği bir karakter demeli. Kentin canlı bir varlık gibi insanların ensesinde durmadan konuştuğu ve onları neredeyse bir şeytan gibi sürekli yönlendirdiği bir hikâyenin başrolü. Bu hikayede Reha Erdem’in kamerası neredeyse İstanbul’u kaydetme, yok olacak olanı saklama endişesi ve güdüsüyle ilerliyor: Beyoğlu, eski tabelalar, taksiler, Eminönü, Galata Köprüsü; izlerken 1990’lar estetiğini de en ince ayrıntısına kadar gözler önüne seriyor.

Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2002)

İstanbul’u en tepeden, kuş bakışı görebilenler, muhtemelen İstanbul’un içerisine pat diye düşenlerdir. Her ne kadar Uzak’ın öyküsünde odak noktası bu tecrübe olmasa da Ceylan’ın bir röportajında söylediği gibi filmin bütün İstanbul sahneleri kente yabancı ve onu ilk kez gören, şaşıran, büyülenen, bambaşka bir dünyadan ilk kez haberdar olan gözler için çekilmiş durumda. Yusuf köyünden kalkıp iş aramak için geldiği kuzeninin, Mahmut’un yanında kalmaya başladığında; bizler de bir taraftan şiddetli bir varlık krizine sürüklenen ve belki de kentin içerisine körleşecek kadar gömülmüş bir ana karakter ile şaşkınlıktan her baktığına fazladan dikkat kesilen Yusuf’un hikayesini izlemeye başlıyoruz. Ve tabi ki Yusuf’un gözünden İstanbul’u.

Eşkıya (Yavuz Turgul, 1996)

İstanbul’a düşmek ise söz konusu olan, daha derin bir şaşkınlığı: Uzak’taki Yusuf’un cahilliğinin, yeni yetmeliğinin yarattığının aksine hayatının tamamını İstanbul dışında geçirmiş bir karakterin; artık olmuş, büyümüş, ve hatta yaşlanmış olan Baran’ın mecburen bu büyük şehre düştüğü bir hikâyede buluyoruz. Bu ruh hali filmde de Baran’ın ağzından istemsizce dökülüveriyor: “Yahu, burası neresi?”. Burası Yavuz Turgul’un hikayesinde artık hem polisin, hem devletin, hem sonu gelmeyen trafiğin; ve aynı anda korkunun, Tarlabaşı delikanlılarının, Baran’ın köyüne benzemeyen daracık sokakların, çirkin klima ünitelerinin, transların, sokakta ruh gibi gezinen keşlerin, metalin, kokan tezgahların ya da başta söylenmeliydi belki: aşkın şehri oluyor.

Duvara Karşı (Fatih Akın, 2004)

Duvara Karşı tam anlamıyla bir İstanbul filmi olarak görülmeyebilir. Listeye nedense uzun süredir zihnimde taşıdığım bir Berlin-İstanbul kıyaslaması üzerinden, yani oldukça kişisel bir yoldan dahil oldu. Fakat Fatih Akın’ın da benzer bir kıyası sinemasında tekrarlamayı çok sevdiğini ve bu yüzden Haliç’in kenarında, eski İstanbul’un hemen önündeki fasıl ile başlattığı hikâyenin neredeyse yarısını İstanbul’a taşındığını düşünüyorum. Medeni mi medeni sayılan Avrupa metropollerinde insanın içini buz kestiren anlamsızlığın -aynen Cahit’in başına geldiği gibi-, İstanbul’da insanın karşısına nasıl sıcak kanlı ve gördüğü ilk canlıya sarılacak bir heveste çıktığını, onu nefessiz bıraktığını karşılaştırabilmek bile, Duvara Karşı’yı bir İstanbul filmi yapmaya yeter sanıyorum. Eski ‘The Marmara’ oteli, Sibel’in gezdiği Beyoğlu sokakları, ara ara kadrajı devralan Haliç’teki fasıl ile birlikte.

Laleli’de Bir Azize (Kudret Sabancı, 1999)

Bu kent içine düşeni, ona kenardan bakanı, sonradan göreni ve öğreneni, içerisinde kaybolanı, yüzyıllardır en güzel köşklerinde oturanı bile olsa; artık kaç çift göz koyduysa karşısına, bunların hepsi tarafından en az bir kez tekinsiz bir yer olarak görülmeyi başarmıştır. Laleli’de Bir Azize, Gemide filminin geri hikayesi olarak belirli bir konuya ve kurguya dayansa da arka planında söz konusu tekinsizliği en güzel aktaran filmlerden birisi. Ve şüphesiz Aksaray’ın, Laleli’nin denize inen küçük sokakları, birahanelerinde sadece bira içip porno film izleyen onlarca erkeği ile İstanbul’a belki de en filtresiz ve makyajsız bakan hikayesi.

Başka Semtin Çocukları (Aydın Bulut, 2008)

İstanbul’a gelmek için can atan ne kadar çok insan varsa ülkede, şüphesiz bir o kadarı da İstanbul’dan kaçmak istiyordur. Hele ki bu günlerde. Aydın Bulut’un bu hikayesi gecekondu çatılarında, konfeksiyon atölyelerinde, tekinsiz kenar mahalle pavyonlarında sıkışıp kalmış gençlerin şehirden kaçma arzusunu merkeze koyarken, onları çevreleyen ya da kovalayan her bir koşulun da -politik, ekonomik, ne derseniz- İstanbul’un bire bir ölçekli bir Türkiye özeti olmasından kaynaklandığını hissettiriyor. Ve tahmin edebileceğiniz gibi, ‘spoiler’ vermek pahasına: kaçmak ne mümkün!

Ah Güzel İstanbul (Atıl Yılmaz, 1966)

Yazının sonunda kendisinden her fırsatta söylenen, şikayet eden her seveninin/düşkününün yaptığını yapıp, İstanbul’u överek bitirmek istedim sanıyorum. İstanbul’un o soylu silüetini, güzelliğini ve belki de bizim şimdi naifçe ‘saf’ ilan ettiğimiz 60’lı yıllarını, gerçekten bu listeye nostalji peşinden koşup gelenler için en sona bırakmış olayım. Çünkü Yılmaz bu filminde içerisinde yaşayan bizler neredeyse hiç değişmesek de İstanbul’un ne kadar acımasızca yok olduğunu bize tekrar hatırlatıyor; muhtemelen de buna hiç niyet etmeden. Haşmet İbriktaroğlu’nun boğaza bakıp: “Nasıl da bozulmamış bin yıllık güzelliğin.” derken görebildiğini tekrar görmek, İstanbul’a ilk bakışta ve tekrar aşık olmak ümidiyle.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir