2021’de karşımıza çıkan The Black Phone ikinci filmiyle geri dönüyor. Filmin yönetmen koltuğunda ilk filmin yönetmeni Scott Derrickson bulunuyor. Scott Derrickson, 2005 yapımı Exorcism of Emily Rose filmiyle korku sinemasında adını duyurmuş olup Sinister (2012), Deliver Us from Evil (2014), The Black Phone (2021), The Gorge (2025) ve The Black Phone 2 (2025) ile korku sinemasına başarılı filmler sunmaya devam ediyor. The Black Phone 2, Stephen King’in oğlu Joe Hill’in aynı adlı hikayesinden uyarlama ilk filmin ardından yaşanan olayları konu edinmekle birlikte The Grabber adlı katilin orijin hikayesini gösteriyor. Yılın en beklenmedik korku filmi olmayı başarıyor.
Yazının buradan sonraki kısmı serinin ilk filmini henüz izlememiş olanlar için spoiler içermektedir.

Filmde, Finney’nin The Grabber’ın öldürdüğü çocukların ruhlarının yardımlarıyla kurtulup The Grabber’i öldürmesinin üzerinden dört sene geçmiştir. Ancak Finney yaşadıklarını atlatamamıştır ve sorunlu bir ergenlik sürecinden geçmektedir. Psişik güçlere sahip kız kardeşi Gwen ise gerçekçi kabuslar görmeye devam etmektedir. Bir gün Gwen kabuslarının rüyadan ibaret olmadığını, The Grabber ile işlerinin bitmediğini fark eder. Abisi Finney ile birlikte başka ölü çocukların ruhlarını kurtarmaya, annelerinin ölümünü aydınlatmaya ve The Grabber ile yarım kalan işlerini bitirmeye gideceklerdir.

İlk Filmi Aşan İncelikli Bir Hikâye
Sinema tarihinde nadiren devam filmleri ilk filmlerin başarısını yakalar ve hatta onu geçer. Bu duruma Shrek 2, Terminator 2, Aliens vb. popüler örnekler verilebilir. The Black Phone 2, bu nadir örneklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Hem hikayesiyle hem de korku ögelerinin kullanımıyla ilk filmin başarısını yakalamakla kalmayıp rahatlıkla onu geçiyor. Günümüzdeki pek çok korku filminin aksine abartılı reklam çalışmaları yapmayıp filme olan beklentiyi yüksek tutmadığı için korku severler için paha biçilemez bir sürpriz oluyor.

Scott Derrickson serinin iki filminde de korku sineması tarihinden ve klişelerinden zekice faydalanıyor. İlk filmi 1970’lerin sonlarında geçerken 70’ler korku sinemasının The Texas Chain Saw Massacre (1974) gibi kült seri katil filmlerinin atmosferiyle yapısına öykünüyor ancak işin içine Guillermo Del Toro vari yardımcı hayaletler, ruhlar ekleyerek orijinallik katmayı başarıyor. The Black Phone 2 ise 80’lerde geçen devam hikayesiyle tam olarak 80’ler korku sineması ruhunu yakalayan bir cevher olarak sunuluyor. Atmosferi, müzikleri ve özellikle korku unsurlarıyla etkileyici bir iş ortaya koyuyor. Özellikle A Nightmare on Elm Street serisinden bolca etkilendiği ve hatta neredeyse onun mirasını sürdürdüğü fark ediliyor. Öteki taraftan intikam için dönen The Grabber’ın gençlere yaşattığı kâbus dolu anlarla yetinmeyen film, The Grabber’ın gerçekte kim olduğunu nitelikli bir kurguyla anlatarak ilk filmin sadeliğini aşıyor. İlk film adeta seri için bir prolog görevi görürken asıl hikâye bu filme işleniyor.

Kurgu Oyunları ve Dehşet Verici Sahneler
The Black Phone 2, sıradanın dışındaki kurgusuyla etkileyici bir atmosfer ortaya koyuyor. Özellikle Gwen’in rüya sahnelerinin Super 8 kamerayla çekilmiş olması filmin ürkütücülüğünü üst safhaya taşıyor. Derrickson’ın Sinister filmi anımsandığında yine analog kamera kullanımları karşımıza çıkıyor, yönetmenin adeta imzası haline geliyor. Kurgudaki yer yer lineer zaman akışını kıran sahnelerle ise hikayedeki gizem korunuyor, ilerleyen dakikalarda birçok karakter ve olay anlam kazanıyor. Gwen’in kâbus sahneleriyle o an gerçekte olan bitenin gösterilmesindeki paralel kurgu dehşetin ve heyecanın dozunu artırıyor.

The Black Phone 2, ilk filme nazaran korku unsuru konusunda daha cesur davranıyor. Şaşırtıcı derecede dehşet verici, grotesk ve çekimi kompleks sahneler sunuyor. Özellikle öteki taraftan çocuklara dadanan ve yalnızca Gwen’in gördüğü The Grabber ile mücadele sahneleri pek çok kez A Nightmare on Elm Street’i ve Freddy Krueger’ın akıl almaz öldürme yollarını anımsatıyor. Buna rağmen kopyacı bir film olmaktan sıyrılıp başarılı bir esinlenme ortaya koyuyor, sırıtmıyor.
Filmin kurgusal anlamdaki tek sorunu akışı yer yer bozan dengesiz duygu geçişleri oluyor. Filmin dehşet verici sahnelerle vites artırdığı pek çok sahnenin ardından daha sakin ve duygusal anlar geliyor. Bu durumda iki saate yakın süresi olan bir korku filminde bazı izleyiciler için tat kaçırabiliyor. Fakat genel başarısı göz önünde bulundurulduğunda rahatlıkla göz ardı edebilebiliyor.

Çocukluktan Ergenliğe Başroller
The Black Phone 2, Stranger Things’in uyguladığı yöntemi uygulayarak çocukluktan ergenliğe geçen aynı başrol oyuncuları sayesinde hikayesini ve etkisini derinleştirmeyi başarıyor. Oyuncuların hem gerçekte hem de filmde büyümeleri sayesinde duygu durumları ve kişilikleri çok daha anlamlı oluyor. Finney’i canlandıran Mason Thames ile Gwen’i canlandıran Madeleine McGraw’ın performansları filmi sırtlayan en önemli etkenlerden biri haline geliyor. Ethan Hawke ise adeta görünmeyen bir tehdit olarak başından sonuna kadar kan dondurucu bir öcüye dönüşüyor.

İlk filmdeki sıradan katil The Grabber, cehennemden çıkıp gelen bir kötü karakter olarak Freddy, Jason, Michael kadar ikonik olmayı başarıyor. The Black Phone 2, hem hikâyesel derinliği hem de görsel dehşetiyle senenin en beklenmedik ve en iyi korku filmlerinden olmayı başarıyor. Scott Derrickson, nostaljik atmosferi günümüz anlatı teknikleriyle birleştirerek türün köklerine saygı duruşunda bulunurken aynı zamanda yeni bir korku miti yaratıyor. İlk filmin duygusal ve tematik omurgasını genişleten devam filmi, karakterlerin travmalarını büyüme sancılarıyla harmanlıyor; korkunun yalnızca dışsal değil, içsel bir yüzleşme olduğunu hatırlatıyor. The Grabber’ın cehennemden yükselen lanetiyle “ölüm bir son değil” diyen film, kaçırılmaması gereken ve ilk filmi aşan nadir devam filmlerinden biri olarak vizyonda yerini