Başkaları için Değil Kendin için Yaşamak: Das leben der anderen

Yazan: Deniz Kuş

Son olarak 2018 yapımı Never Look Away ile karşımıza çıkmış olan Alman yönetmen Florian Henkel Von Donnersmark’ın çektiği 2006 yapımı Das Leben Der Anderen (The Lives of Others), muhtemelen yönetmenin kendisinin dahi beklemeyeceği derecede olumlu tepkiler almış, 2000’ler sonrasında gelişmeye başlayan Yeni Alman veya Modern Alman Sineması’nın kilometre taşlarından birisi haline gelmişti. Yıllandıkça başyapıt olduğu su geçirmez bir gerçek haline gelen Das Leben Der Anderen’i bu yazımızda siz okuyucularımız için incelemeye çalışacağız. Şimdiden iyi okumalar dileriz.

Filmin başrollerinde Michael Haneke’nin de başta Funny Games olmak üzere birkaç filminde rol alan Ulrich Mühe, RAF’a odaklanan ve Alman Sineması’nın çekildiğinde en pahalı ve gösterişli filmlerinden biri olarak lanse edilen Baader & Meinhof Complex’te Ulrike Meinhof’u canlandıran Martina Gedeck, günümüzün en ünlü Alman oyuncularından Sebastian Koch bulunuyor. Oscar’da en iyi yabancı film ödülü dair dünyanın sayılı festivallerinde onlarca ödül kazanan film her daim 21. Yüzyılın En İyi Filmleri listelerinde de kendisine en tepelerde yer bulmakta.

II. Dünya Savaşı sonrasında Sosyalist Cumhuriyet’le idare edilen Doğu Almanya’da adeta parmakla gösterilen bir Stasi (Devlet özel polisi, ajanı) Yüzbaşı Gerd Wiesler, devletin son dönemlerde radarına giren enetelektüel sanatçı, tiyatro yazarı ve yönetmeni Georg Dreyman’ın hayatını izlemekle görevlendirilir. Bu görev için kendisi de çok hevesli olan Viesler işe başladıktan sonra giderek Wiesler’in yaşam tarzına hayranlık duymaya, onunla empati kurmaya başlar. İzleme görevi de git gide içinden çıkmaz bir hal almaya başlar.

Senaryosu ve işleniş tarzıyla Coppola’nın en bireysel başyapıtı sayılan The Conversation (Konuşma) ile olan akrabalığı su götürmez olan film, aynı The Conversation gibi karaktere odaklanıyor. Başından itibaren sorgulanamaz bir karakter olarak bize tanıtılan Wiesler ve dolayısıyla rejim, ilerledikçe kırılganlığı ortaya çıkacak olan bir sisteme işaret ediyor. Statükonun, mevcut rejimin bize tanıtılması çok da uzun sürmüyor ve bu bilinçli olduğu hesap edilebilecek yönetmen seçimi de çok yerinde bir karar olarak filme tam anlamıyla yansıyor. Ajanlığının yanı sıra üniversitelerde dersler de veren Gerd Wiesler, son derece ketum, duygusuz, hislerini kaybetmiş ve mükemmelliyetçi bir karakter olarak işine, devletine yüksek derecede bağlı ve genel olarak da rejimden, devletinden takdir gören birisi.

Film bir ders sahnesinde açılıyor ve derste Wiesler’in öğrencilerine yaptığı ve başarıyla tamamladığı önceki işlerinden ses kayıtları dinlettiğini görüyoruz. Aslında net bir şekilde bir mahremiyetin nasıl da devlet tarafından tehdit olarak görülebileceğinin, öyle gördüğü zaman da onun etik kurallar göz önünde bulundurulmadan tamamen kendi inisiyatifiyle dinlenip, takip edilip ifşa edilebileceğinin bir ispatı olarak okuyoruz bu sahneyi. Burada sesleri dinledikçe bir öğrencisi tarafından sorgulanan Wiesler ona da elbette kendi cevaplarını, başından beri devleti tarafından kendisine öğretilen şekilde veriyor ve onu, yani sistemdeki olası bir muhalifi susturuyor. Film aslında bu yönüyle herhangi bir diktatörlükte, otoriter veya totaliter bir rejimde yaşanabilecek son derece normal bir durumu bize aktarırken aynı zamanda Platon’un DEVLET adlı eserinden ve elbette kitaptaki mağara alegorisinden de son derece başarılı bir şekilde faydalanıyor.

Wiesler’in karakter tanıtımı esnasında giydiği kıyafetler, kıyafetlerin renkleri gibi konular bize çok önemli bilgiler veriyor. Aynı The Conversation’daki dinleme ustası Harry Caul gibi Gerd Wiesler de gri ve tonlarında giyinmeye özen gösteriyor, özellikle dinleme sekanslarında gözümüze çarpacağı üzere bu sahnelerin daima dört duvar mekanlarda, hafiften yıkık dökük ve siyah başta olmak üzere koyu renklerin egemen olduğu mekanlarda çekilmesi de mağara alegorisini doğrular nitelikte sahneler olarak göze çarpıyor.

Wiesler’in ketumluğu, mükemmelliyetçiliği, insan ilişkilerindeki seçimleri ve hareketleri gerçek anlamda bir devletin, bir rejimin istediği protatip insan anlayışına tam olarak uyarken tiyatro yazarı ve yönetmen Georg Dreyman ise bunun tam olarak karşıtı olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz birisi. Eşi Christa- Maria ile olan fırtınalı aşk ilişkileri, işine olan bağlılığı, eleştirelliği, sorgulayıcı karakteri ve dinlediği klasik müzik eserleriyle Dreyman filmde bireysel özgürlüğün en güçlü temsili diyebileceğimiz karakteriyle Wiesler’in ve dolayısıyla da rejimin karşısında duruyor.

Film ilerledikçe elbette sisteme dair bir tehdit oluşturmadıklarını, sadece yaşam tarzlarıyla, yazıp sergiledikleri tiyatro oyunundaki birkaç cümle veyahut sahneyle tamamen paranoyak devletin radarına girmiş olduklarını öğrendiğimiz çift evlerinde verdikleri partide de ülkenin saygın ve bilinir muhalif entelektüellerini ağırladıklarında Wiesler git gide Dreyman’ın hayatına adapte olmaya, ona hayranlık duymaya ve en önemlisi de empati kurmaya başlıyor. Buradan itibaren aslında insan olduğunun farkına varıyor Wiesler, insani duygularını kazanmaya, Dreyman & Christa Maria ilişkisi üzerinden kendi cinsel hayatını sorgulamaya, onlar gibi klasik müzik dinlemeye başlıyor. İnsani duygularını ve hislerini kazanmaya başladıkça da mesleğini, hayatını, rejimi ve dolayısıyla devleti sorgulamaya başlayarak çok güçlü bir tezatın da içine düşüyor Wiesler.

İçine düştüğü bu müthiş paradoks ve çelişkiler ağı sonrasında Wiesler en azından kendi yaşam tarzı bağlamında artık yıllardır içinde yaşadığı, takdir edildiği devlet ‘mağarasından’ çıkarak bireysel özgürlüğe olan açlığının da farkına varır, bunu yaparken de mesleğini de devlet için değil kendi için, iyilik için kullanmaya karar verir. Bundan sonra yaşananlar ise yukarıda belirttiğimiz üzere herhangi bir despot rejimde yaşanabileceklerden hiç te farklı değildir. Burada yönetmenin kullandığı zaman atlamaları, yılların belirtilmesi filmdeki politik ortamın resmedilmesi konusunda da önemli bir artı kazandırıyor. Yıllar ilerledikçe Berlin Duvarı’nın yıkılışına yaklaşıyor olmamız filmde de başta Wiesler olmak üzere karakterlerin kendi hayatlarındaki duvarları yıkmalarının önünü açıyor.

Finalde ise Wiesler tam olarak kendi istediği ve hayalini kurduğu şeye kavuşuyor. Tamamen onun için yazılmış, ona ithaf edilmiş bir esere; “Hayır bu benim için”.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir