70’ler, Amerika, Francis Ford Coppola

Yazan: Deniz Kuş

Hiç kuşkusuz ki Francis Ford Coppola 70’ler Yeni Hollywood Sineması denildiği zaman en akılda kalıcı isimdi. The Godfather, The Godfather Part II, The Conversation, Apocalypse Now gibi adeta birbirinden başyapıt filmleriyle döneme damgasını vurmuştu. Bu özel dosyamızda büyük ustanın yalnızca 70’lerdeki filmlerine, o filmlerin ne anlattığına ve ayrıca zamanın sosyo-politik alt yapısına da odaklanacağımız bir yolculuk yapacağız. İyi okumalar.

Vietnam Savaşı, Che Guevara’nın öldürülmesi, Watergate Skandalı, 1973 Petrol Krizi, polis yozlaşması ve bürokratik çürümenin arşa çıkması. Amerika Birleşik Devletleri denildiğinde bu vb. olaylar daima en üst sıralarda olmuştur. Yukarıdaki başlıklardan özellikle ilk üçü 70’li yıllarda Amerika’da gençliğin başını çektiği çok büyük halk ayaklanmalarına sebebiyet vermiş, toplumsal hareketlerin şekillenmesinde önemli rol oynamış olaylardır.

Vietnam Savaşı’nda Amerikan ordusunun katliamlarının yanı sıra yaşanan yenilgi sonrası vatana, ‘evlerine’ dönen milyonlarca genç erkeğin onlara hep baba gibi, aile gibi gösterilen, tanıtılan ‘devletler’i tarafından adeta bir öksüzmüş gibi davranılması, gaziler ise sadece teşekkür edilip evlerine yollandıkları, ölmüş iseler ise hiçbir şey yapılmaması dönem Amerikası’nda özellikle intiharların, toplumsal psikolojik kırılmaların yaşanmasında büyük rol oynamıştı.

Watergate Skandalı ise özellikle modern kapitalist Amerikan Devleti’nin sarsılmazlığına, güvenilirliğine çok büyük darbe vurmuş, Vietnam Savaşı’nın neredeyse hemen üstüne denk gelmesiyle paranoyanın artmasına sebebiyet vermiştir. Zaten biraz düşünürsek aslında dönem Amerika’sına dair yapılan okumalarda ‘Vietnam Paranoyası’, Watergate Paranoyası’ tanımlamalarını görmeden geçmemiz neredeyse imkansızdır.

Büyük Petrol Krizi olarak da anılan 1973 Petrol Krizi de düşünüldüğü zaman hayli önemli bir olaydır. Arap ülkelerinin İsrail’e verdiği destekten dolayı Amerika’ya petrol ambargosu uygulaması üzerine çıkan kriz sonra OAPEC’in karşısına Amerika ve İran’ın önderliğinde OPEC kurulmuş ve Batı ülkeleri ile büyük şirketleri bu örgüt altında toplanmıştır. 1973 Petrol krizi Başkan Richard Nixon’ı sarsmasının yanı sıra aynı zamanda Amerikan toplumunda da o kadar olmasa da 1929 Büyük Buhran dönemini hatırlatan bir bunalıma neden olmuştur. Ekonomik istikrarsızlık ve şüphecilik insanlarca derin psikolojik bunalımlara neden olmuş ve devlete olan inanç bir kere daha sarsılmıştır.

Francis Ford Coppola’nın 70’ler Sineması

Dile kolay. 30’lu yaşlarının başında genç bir yönetmen. Coppola UCLA’den yeni mezun olmuş, ustası, mentoru olan Roger Corman’ın yanında asistanlık yapmaktadır. 1970’de Amerika tarihinin en ünlü ve tartışmalı generali Patton’ın hayatını anlatan Patton’ın senaryosu kendisine teslim edildiğinde hiç kuşkusuz şaşkın ve heyecanlıydı Coppola ama o hünerlerini sergilemekten geri durmayacak ve çok genç yaşta daha ilk senaryosuyla en iyi orijinal senaryo dalında Oscar heykelciğini kucaklayacaktı. Bu başarısı elbette çok önemliydi ve kendisinin çok fazla değinmemesinin aksine çok büyüktü çünkü daha üniversiteden mezun olalı sadece 3 yıl olmuştu. Yeni mezun denilebilecek bir sinema öğrencisi en iyi orijinal senaryo dalında Oscar kazanmıştı ve bu açık bir şekilde geleceğinin habercisiydi.

1969 yılında İtalyan Amerikalı yazar Mario Puzo’nun kendi deyimiyle “borçlarını ödemek” için yazdığı The Godfather (Baba) adlı romanı haftalarca bestseller olmasının yanı sıra çok büyük sükse yaptı ve övgüler kazandı. Hollywood ise ciddi bir kriz döneminden geçmekteydi. En son 1970 yapımı Love Story ile büyük başarı yakalamış olan Paramount Pictures kendini yeniden zirveye çıkaracak bir film arıyordu ki o film de The Godfather’dan başkası değildi. Puzo tabiki senaryosunu Hollywood’a sattı ve stüdyo derhal filme yönetmen arama arayışına girdi. 70-71 yıllarıydı ve bir başka genç İtalyan – Amerikalı olan Francis Ford Coppola filmi yönetmesi için Paramount Pictures tarafından seçildi.

Coppola açıkçası çok şaşırmıştı ve kendisinin dediği üzere mafya hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Sadece İtalyan gelenek, göreneklerine son derece hakimdi, düğünlerinin nasıl olduğunu, aile, erkeklik gibi kavramlarının karşılığını nasıl verebileceğinin bilincindeydi. Puzo ile birlikte işe koyuldular ve adeta stüdyoyla girilen savaşı kazanarak onlar Paramount tarafından asla ama asla istenmeyen Marlon Brando ve Al Pacino filme kabul edildi. Film daha birçok yazılsa roman olacak hadisenin yaşanmasıyla birlikte çekimleri tamamlandı ve 15 Mart 1972 tarihinde gösterime girdiğinde adeta yer yerinden oynadı. En iyi film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi uyarlama senaryo dalında üç Oscar kazandı ve 1975’te Jaws’a kadar elde edilen toplam hasılat rekorunu elinde tuttu.

The Godfather ile Gelen Ün ve Stüdyo Yönetmen İlişkileri

Özellikle sessiz sinema döneminin sonlanmasıyla birlikte 1930’lu 40’lı yıllar Hollywood’un Altın Çağı olarak anılır. Özellikle 40’ların sonuna kadar çekilen film-noir (kara filmler) özellikle takdire şayan filmlerdir ve taraflı tarafsız tüm ülke sinemacıları tarafından da saygı duyulan ve sevilen filmler olagelmişlerdir. Ancak bu dönemden Francis Coppola’nın The Godfather’ına değin  Hollywood’da şöyle bir durum söz konusuydu. Yönetmenler tamamiyle stüdyoların dediklerini yapmakla mükelleftiler. Filmler vizyona girdikten sonra ister başarılı ister başarısız olsunlar daima stüdyonun ve yapımcının egemenliği hiçbir şekilde zedelenmiyor, başarıda da başarısızlıkta da olan yönetmene oluyordu.

Ancak özellikle The Godfather’da Coppola’nın yaptığı şey ile birlikte bu değişmeye başladı. Filme yönetmen olarak atanmasıyla birlikte Coppola adeta vizyon gününe kadar stüdyoyla ve yapımcılarla adeta hem soğuk savaş hem sıcak savaş yürüttü. Filmin New York’ta yani gerçek mekanlarda çektirmeyi başarmasından, Brando’yla Pacino’nun kabul ettirilmesine tüm bu yaşananlarda Coppola’nın aldığı her deplasman galibiyeti sektördeki değişimin de hızlanmasının önünü açmış oldu.

Coppola ile aynı jenerasyondan olan Martin Scorsese, George Lucas, Steven Spielberg, Brian De Palma gibi Hollywood Sakallıları da aynı onun gibi çok gençlerdi ve onlar da ilk filmlerini yaparken stüdyo ve yapımcılara karşı verdikleri savaşı genellikle kazanmaya başladırlar. Kendileri yapımcı olup filmlerini de finanse ettiler, senaryoları da kendileri yazdılar ve daha önce hiç olmadığı kadar kendilerine karşı sorumlu oldular.

Coppola’yla Apocalypse Now’da çalışan senarist, yönetmen John Milius bu durumla alakalı olarak şöyle diyordu; “Çoğu yönetmen, Lucas, Spielberg, hepsi Francis’in katkısı olmaksızın var olamazdı. Ve onun etkisi, ötekilerinin etkisinden çok daha ilginçti. Francis, yeni bir düzenin imparatoru olacaktı ama bu düzen eski düzen gibi olmayacaktı. Sanatçının egemenliği söz konusu olacaktı.” Jon Lewis The Godfather, s. 63

The Godfather – Eski Dünyanın Reddi – Yeni Dünyanın Zaferi

“The Godfather organize gangsterler hakkında bir film değildir, bir ailenin öyküsüdür. Amerika’daki kapitalizmin bir metaforudur.”

Francis Ford Coppola

“Amerika’ya İnanıyorum” cümlesi ile başlar The Godfather. Bir mezar levazımatçısı olan Amerigo Bonassera, kızını İtalyan usul ve geleneklerine göre büyütmüş, sarsılmaz, güçlü Amerika’da yaşarken kızına fiziksel şiddet uygulayıp işkence eden iki genç mahkemece serbest bırakılınca devlete ve adaletine olan güveni sarsılmıştır. Durumu düzeltmek için ise Don Vito Corleone’ye gelmiştir. Vito ise “anlıyorum, cenneti Amerika’da buldun, polise, adalete güvendin. Benim gibi bir dosta ihtiyacın yoktu” der. İşte tam da burada, daha filmin ilk sahnesinde devletin çürümüş adalet sistemi, bürokrasisi ile birlikte Amerikan Rüyası adeta okyanusun dibine gömülür.

Vito’nun kızı Costanzia (Connie)’nin düğününe katılan, katılamayıp hediye gönderen, hakimler ve savcılar da mafya babasının kızının düğününde adeta sıraya girmişlerdir ve onlar da çürümüş bürokrasiyi temsil ederler.

Tüm bunlara rağmen Vito Corleone eski kafalı bir insandır. İtalyanlığını asla geri plana etmemiş, tam tersine entegre etmeyi başarmıştır. Aile ile işi ayırmasını bilmiş, yokluğu, yoksulluğu dibine kadar yaşadığından daima alt sınıfın dertlerine derman olarak veya olmaya çalışarak halk arasında her zaman rağbet görmüş, çok sevilen bir kişi olmuştur. Ancak Vito artık eski dünyanın insanıdır, uyuşturucu işine karşı çıkması sonucunda neredeyse hayatından olmasının dışında Amerikan modernleşmesini yaşayan birisi olmamış, zekasının yanında daima duygularına da yer vermiştir.

Filmin sonlarına doğru özellikle modernleşmenin, Amerikanlaşmanın yeraltı dünyasını da etkisi altına aldığını görürüz ki Barzini Ailesi lideri Don Barzini “Zaman değişti. İstediğimizi yaptığımız eski günler artık geride kaldı” der. Filmin unutulmaz mafya toplantısının yapıldığı sahnede ise toplantı salonunda tüm liderlerin üstünde kocaman bir tren resmi vardır ki bu da modernleşmenin en ünlü simgesi olan demiryollarına, dolayısıyla trene bir göndermedir. Vito’nun dönemi artık sona ermiş, insanın, duyguların yerini zeka, kibir, Makyavelizm almıştır. Ve bunlardan birazdan üzerine konuşacağımız üzere ikinci filmde küçük oğul Michael Corleone’de mevcut olan özelliklerdir.

The Godfather Part II – Amerikanlaşma – Şirketleşen Corleoneler

“Tek söyleyeceğim şu ki, eğer bu filmde yer alacaksan; filmin iyi olması için elimden gelenin en iyisini yapacağım; Mafyanın kendisini korumak ve sürdürmek için her şeyi yapacak olan Amerika ve kapitalizm için yalnızca bir metafor olduğunu tüm açıklığıyla anlatacağım. Sen bu filmde olsan da olmasan da bunu yapacağım”.

Bu satırlar ikinci filmin finalinde yer alması için Marlon Brando’ya mektup yazan Francis Ford Coppola’ya ait. Coppola serinin bu ikinci filminde tam olarak burada yazdığını yapmayı başardı aslında. İlk filmde istemeden de olsa ailenin başına geçerek mafya babası olan Michael Corleone çoğu kişiye göre babasından devraldığı imparatorluğu yüceltmedi. O imparatorluğu yıktı ve kendi krallığının temellerini atmaya başladı aslında.

İlk film sonlandığında tarihler 1955’i göstermekteydi. İkinci film ise 1958-1959 ve genç Vito Corleone’nin Amerika’ya gelişini ve yükselişine tanıklık ettiğimiz 1901 – 1927 arasında geçiyor.

Genç Michael Corleone tam anlamıyla bürokratik bir aile liderliğini tercih ediyor. İlk filmin sonundaki taşınma gerçekleştirilmiş. Corleone Ailesi New York’taki malikaneden Las Vegas’a taşınmış. Burada şuna parmak basmamız gerekiyor ki Las Vegas özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ünlü Yahudi mafya babası Charles ‘Lucky’ Luciano’nun önderliğinde İtalya’dan Amerika’ya entegre edilen yeni Amerikan Mafyası’nın merkez şehirlerinden birisiydi. Luciano tamamen şirketleşmiş, uluslararası modern bir mafya ağı kuruyor ve günümüzde halen göz önüne geldiğinde hatırlanan bilindik mafya ailesi soyağacının kurucusu olarak hatırlanıyordu.

Vegas özellikle Al Capone’un düşmanı Bugsy Seagel tarafından bir suç-eğlence merkezi haline getirildi ve büyük turizm şirketleri önderliğinde kurulan otellerle mafyanın kasası haline gelen Vegas günümüzdeki halini aldı. Ki Seagel karakteri ilk filmde Corleoneler’in düşmanlarından olan Moe Green karakteri ile resmedilmiştir.

Vegas’a yerleşmiş olan Corleone Ailesi’ni filmin başında Michael’ın oğlu Anthony’nin ilk komünyonu partisinde görürüz. İtalya’ya, İtalyanlık’a dair en ufak bir şey yoktur bu sahnede. İlk filmin düğün sekansının tamamen anti tezidir. Michael tamamen Amerikanlaşmış, kulaklarını tıkamış, çok zeki, soğukkanlı, bürokratik, makyavelist bir mafya babasına evrilmiştir.

Filmde Michael Corleone’nin boyunduruğundaki aile ile Vito’nun yükselişini paralel olarak izleriz. Coppola bunu yaparken çok ince dokunuşlarla bu iki insanın farklarını bize gösterir. Sahneleri paralel olarak izlerken de elbette Michael’ın nasıl asla ama asla Vito gibi olamayacağını görürüz. Ki şöyle de diyebiliriz aslında ki Michael’ın böyle bir derdi de yoktur. O daha ilk filmin başında, kız kardeşi Connie’nin düğününe ailesinden habersiz yazılarak savaştığı Amerikan Deniz Kuvvetlerinin üniformasıyla, Amerikalı modern bir genç kadın olan Kay Adams ile katılır. Yani Michael başından beri İtalyanlığı reddetmiş, Amerikanlığı benimsemiştir.

Genç Vito’nun sahnelerinde de Coppola bizlere göçün önemini de anlatmadan geçmez. Tüm ailesi Sicilya’nın Corleone köyünün bölgesel mafya şefi, kabadayısı diyebileceğimiz Don Ciccio tarafından katledilmiş olan 7-8 yaşlarındaki Vito 1901 yılında gemiyle Amerika’ya gelir, kimsesi yoktur, üstelik çiçek hastalığına yakalanmıştır. Göçmen oluşuyla zaten dışlanacak olan Vito’ya Amerika’nın nasıl bir yer olduğu pasaport memurunun yaptığıyla bizim de yüzümüze çarpılır adeta. Vito hiç konuşmamaktadır, memur ona adını sormaktadır ancak Vito bir şey demez. Bunun üstüne diğer memur pasaport memuruna Vito’nun Corleone’den Vito Andolini olduğunu söyleyince o da; “Corleone. Vito Corleone” diyerek Vito’nun Amerikalı filan olmadığını, İtalyan olduğunun bir nevi kaşesini basar.

İkinci filmin en önemli sahneleri kuşkusuz ki Küba sahneleridir. Michael ve ortağı kurnaz Hyman Roth diğer Amerikalı kodamanlarla birlikte Küba’ya işlerini büyütmeye giderler. Castro’nun isyanı başlamıştır ve devrim kapıdadır. Amerikalı kodaman grup arasında bunu çözen tek kişi ise elbette Michael olacaktır. Küba sahnelerinde bir otelin terasında Hyman Roth’a yapılan doğum günü partisindeki pasta Küba haritası resmi içermektedir ve Coppola bizlere Amerika’nın devrim öncesi Batista dönemindeki politikasını adeta ifşa eder. Roth’un da dediği gibi; “Bu hükümetle olan ilişkiler çok iyidir”.

The Godfather Part II, Amerikan modernleşmesinin getirdiği yalnızlaşmanın yanı sıra, mafyanın şirketleşme ve çok uluslulaşma sürecini, ailenin dağılmasını, göçmenliği irdelemesiyle büyük bir başyapıttır ve daima öyle kalacaktır.

Coppola’nın Blow Up’ı – The Conversation

Bugün halen tartışılan bir konudur. The Godfather Part II gibi epik bir filmle aynı yıl bir yönetmen nasıl The Conversation gibi bir eser ortaya koyabilir? The Godfather Part II 202 dakikalık bir film, bunun dışında gerçek mekanlarda çekilen, paralel anlatılan ikili bir hikaye, bunun yanında dönem filmi. Günümüzde halen Francis Ford Coppola dendiğinde akla gelen ilk film olmamasına karşın The Conversation’ın da dünya çapında bir başyapıt olduğu aşikar. Öyle ki 2017’de Nobel Edebiyat Ödülü kazanan yazar Kazuo Ishiguro da ünlü romanı Günden Kalanlar’ı yazarken en büyük esin kaynağının The Conversation olduğunu söylemişti. 1

 Sanırım bunun cevabı Coppola’nın kendisinde aslında. Aslında The Conversation’ın hikayesi kafasında 1966’da oluşmaya başlamış, bir yıl sonra da  kenara köşeye notlar almaya başlamıştı bile. Michelangelo Antonioni’nin 1966 yapımı başyapıtı Blow Up ile benzerlikleri aşikar olmasına karşın Coppola ondan mümkün mertebe az etkilendiğini söylüyor ama tabiki etkisini inkar da etmiyor.

İşinde usta bir ortam dinlemecisi olan dedektif Harry Caul’ın yüzünü hiç görmediği oldukça zengin bir iş insanı tarafından siyasi bir çifti dinleyip, izlemek üzere görevlendirilmesinden sonra yaşadıklarını anlatır The Conversation. Aslında film içinde de görürüz ki Caul insan ilişkilerinde hayli zayıf, belki asosyal denilebilecek ve çabuk parlayan da bir karakterdir. Bu işi yapmaya başladığında içinde herhangi bir kuşku veya korku yoktur. Ancak dinlemek ve izlemek üzere görevlendirildiği çiftin üzerine gittikçe çok daha karanlık ve derin bir komplonun içine çekildiğini anlayacaktır.

The Conversation özellikle 70’ler Hollywood Sineması’nda çokça şahit olduğumuz üzere sisli, dumanlı şehir çekimleri, su dolmuş şekilde taşmak üzere olan rögar kapakları, gri ve parlak beyaz diyebileceğiniz bir renk paletiyle kirli, pis, yozlaşmanın içinde çürümekte olan şehir manzaralarının çokça görüldüğü bir filmdir. Caul’un gezdiği sokaklarda bunu çokça görürüz. Tüm bunlar elbette Coppola’ya şu sorunun da devamlı sorulmasına sebep olur; Watergate Skandalı. Coppola da defalarca filmin hikayesinin Watergate’den oldukça önce kafasında oluşmaya başladığını yineler, senaryo yazımında da skandal daha gerçekleşmemiştir.

Ancak dönemin film okumalarında sinema otoriteleri, akademisyenler gibi entelektüel sinema yazarları da The Conversation’ın da Alan J. Pakula’nın All the President’s Man’i kadar Watergate filmi olduğudur. Elbette filmi izlerken Watergate’in izlerine denk gelmek çok normaldir. Dönemin istikrarsızlığı, halkın içine işlemiş olan paranoyanın yanı sıra The Conversation burjuva sınıfının çürümüşlüğüne daha çok bakış atan bir filmdir. Öyle ki filmdeki parti, eğlence sahnelerinde bunlara şahit oluruz. Harry Caul son aldığı iş yüzünden meslektaşları tarafından hayli dışlanan ve sonucunda tamamen yalnız kalan birisi haline gelir.

Filmin en özgün taraflarından birisi de hiç kuşkusuz finale twist’inden önce karşı karşıya kaldığımız içinden kanlar taşan klozet sekansıdır. Hem ilginç olup hem de ilginç olmayacak şekilde Amerika’da çekilen herhangi bir filmde kanlı klozet veyahut tuvalet gösterilmesi yasaktı. Bu elbette McCarthy döneminden kalma bir uygulamaydı ve The Conversation aynı zamanda yasak sonrası bunu gösteren de ilk film olma özelliği taşır. Coppola’nın burada kanlı suyun taşıp tuvaleti bastığı sekansla devletlerin derinliklerindeki kana susamışlık, kirlilik, toplumsal ikiyüzlülük ve ayyuka çıkmış şiddet sarmalı vb gibi birçok şeyi ifşa ettiği aşikar ve bu da kesinlikle filmin en büyük artılarından bir tanesi.

Finalde de görüyoruz ki önyargılarımız bir noktadan sonra gözümüzü kör ediyor ve her şeyin önüne geçebiliyor. Finalde gerçekleşen oldukça kanlı ölüm sonrası Caul’un içine düştüğü kaos, kafa olarak ulaştığı derin paradoksla birleşiyor ve kendisini kaldığı evin duvarlarını parçalayarak akordeon çaldığını görüyoruz. Böyle bir sekansla sonlanan film bizlere dönem Amerika’sında herkesin bir şekilde izlendiği, dinlendiği, takip edildiği paranoyasının toplumda yerleştiği veyahut devlet tarafından yerleştirildiği ve insanların delirmenin eşiğine geldiğinin bir panaroması olduğunu gösteriyor.

Tarifsiz Bir Kaos İçinde Deliren Bir Orkestra Şefi Ve Kurtz – Apocalypse Now

Yukarıda The Conversation’ı yazarken de görüyoruz ki 70’ler ama özellikle 1974 sadece Coppola’nın sadece kendisi için değil herhangi bir yönetmenin, hatta bir sanatçının bireysel olarak hayal edemeyeceği bir mertebeye ulaştığı yıl oldu onun için. Aynı ödül sezonunda The Godfather Part II ile en iyi film, en iyi yönetmenin yanı sıra, The Conversation ile de sanatsal sinemanın kalbi olan Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanarak Avrupayı’da fethetmişti. Aynı zamanda Coppola üretim anlamında hakikaten nirvanasını yaşamaktaydı. The Conversation bitmişti. Bir zamanlar Orson Welles’in çekmek istediği ancak gerçekleştiremediği Apocalypse Now için çalışmalara başladı. Tarihler 1976’yı göstermekteydi, henüz daha Apocalypse Now için her şeyin çok başıydı.

Bir yandan tamamen tek başına kurduğu American Zoetrope adlı yapım şirketinin işleriyle uğraşıyor, Zoetrope bünyesinde Spielberg, Lucas gibi arkadaşlarının filmlerine yapımcılık yapıyordu, kendi stüdyosunda da onlara yer açıyordu. Zoetrope aynı zamanda The Conversation’ın da bütçesini karşılamış ve kurgusu bizzat stüdyosunda Walter Murch tarafından tamamlanmıştı. Francis Coppola’nın 1976’dan itibaren Apocalypse Now’ı yöneteceği kesinlik kazandı ve çalışmalara hız kesmeden başlandı ve aynı yılın Şubat ayında çekimlerin yapılacağı Filipinler’e gitti.

“My film is not a movie. My film is not about Vietnam. It is Vietnam. It’s what it was really like. It was crazy. And the way we made it was very much like the way the Americans were in Vietnam. We were in the jungle. There were too many of us. We had access to too much money, too much equipment, and little by little, we went insane” / “Benim filmim bir film değil. Benim filmim Vietnam hakkında değil.Vietnam’ın ta kendisi. Gerçekten neyse o …..Delilikti. Bulunduğumuz şartlar Amerikalıların Vietnam’da bulunduğu şartlarla neredeyse aynıydı. Ormandaydık. Kalabalıktık. Çok fazla paraya ve ekipmana erişimimiz vardı. Bu bizi yavaş yavaş delirtti.”

Bu sözler 1979’da Cannes Film Festivali’nde gösterilen Apocalypse Now’ın gösterimine katılmaktan olan Coppola’ya ait. Aslında Apocalypse Now gerçek anlamda tam olarak kendisi de böyle bir film. Çekim süreci hakkında belgesel yapılan nadir filmlerden, hatta belki de tek film. Bu sayfayla birlikte öncelikle çekim sürecinde yaşananlara ve sonrasında filme odaklanacağız ve bu özel dosyamızın da sonuna gelmiş olacağız.

1972 – 1976 arası Francis Ford Coppola’nın edindiği maddi servet hayal edilemeyecek seviyedeydi. Godfather filmleri dışında The Conversation ile Cannes’da kazandığı Altın Palmiye ile artık uluslararası düzeyde saygı duyulan bir sanatçıydı, bir yönetmendi. Ancak kendisinin tam olarak şöyle bir film yapma metodu vardı. Senaryoyu kendin yaz, aynı zamanda yönet ve kendin finanse et. Filmi dönemin mümkün olan en modern teknolojiyle çek. Zaten kariyerine baktığımızda Coppola’nın filmleri bu kurallara uyan filmlerle dolu. Ancak bu filmlerden bir tanesi var ki 80’lerde, 90’larda ve özellikle 2000’ler, 2010’lardaki suskunluğunun ve bir kenara sinerek şarap üretimine ağırlık vermesinin sebebi. Apocalypse Now.

“Aşık olduğunuz kişinin kendi iç dünyasına girmesini ve başarısızlık korkusu, ölüm korkusu, delirme korkusu gibi korkularıyla yüzleşmesini izlemek korkunç bir şey. Diğer yanınızı ortaya çıkarmak için biraz başarısız olmak, biraz ölmek ve biraz kafayı yemek zorundasınız. Bu süreç Francis için bitmiş değil.”

Eleanor Coppola (Francis Ford Coppola’nın eşi)

Filmi stüdyonun tüm ısrarlarına rağmen Filipinlerin yağmur ormanlarında çekmekte diretmesi, ekibin orada maruz kaldığı sayısız aksilik, başrol oyuncusu Martin Sheen’in kalp krizi geçirmesi, set çalışanlarının sıtmaya yakalanmaları, stüdyonun verdiği bütçenin devamlı aşılmasıyla Coppola’nın kendi cebinden filmi finanse etmesi vb gibi daha birçok olay. Sonuç olarak filmin çalışmalarına 1976’da başlanmasına karşın 1979’da çekimler bitti ve gösterime girdi. Sette yaşananlar her daim sinema dünyasında efsanevi olaylar olarak anlatıldı ancak hepsi birebir yaşanmış gerçeklerdi.

Coppola dahil oyuncuların hepsinin kimi günlerde kendilerini kaybetmeleri, uyuşturucu kullanımı, dosajı aşan partiler gibi olaylar Apocalypse Now’ın aslında ironik bir şekilde baş karakterinin filmin başından sonuna geçirdiği değişime çok uyan bir hal aldı.

Amerikan hükümeti tarafından orduya isyan ederek ormanlara giderek orada kendisini tanrı ilan edip bir kabile kuran Albay Kurtz’ü bulup öldürmekle görevlendirilen Yüzbaşı Willard, yolculuğu esnasında bu ‘düşmanını’ önce merak etmeye, hakkında okumaya, tanıdıkça ona hayran olmaya başlayacak ve birlikle ilerledikleri küçük teknede sonu gelmeyen bir yolculuk eşliğinde insanın karanlığın en derinlerine kadar inecektir.

Apocalypse Now daima hakkında çok farklı okumalar yapılan bir film olagelmiştir. Savaş karşıtı da denmiştir, Vietnam’da kaybeden emperyalist Amerika’nın sinemada kazandığı zafer şeklinde tarif edildiği de. Ama hepsinin anlaştığı tek bir nokta vardır ki Apocalypse Now tarihte görülebilecek en yüce eserlerden bir tanesidir. Yönetmen Coppola da aslında filminin savaş karşıtı olmadığını, böyle bir amacı olmadığını birçok kez söylemiştir.

Ancak zaten filmin olayı çok başkadır. Oldukça felsefik alt metinlere açık olan Apocalypse Now, iyiyle kötü, devlet, erkeklik, insan, öldürmek, ahlak vb gibi daha birçok kavramı tartışmaya açar. Willard Kurtz’ü öldürmeye giderken aklında sadece normal bir düşmanı öldürmek vardır ancak sonrasında ne olacaktır?

Apocalypse Now’ın ciddi anlamda ağır basan taraflarından birisi de kesinlikle varoluşçuluk felsefesine verdiği ağırlıktı. Willard tamamen kendisine ve dünyaya yabancılaştığı bir yolculukta yer almaktaydı ve bu yolculuğun sonunda da ondan katil olması istenmişti. Yaşadığı ciddi kimlik, erkeklik kriziyle birlikte yolculukta şahit oldukları ona 20. Yüzyıl Amerikası dışında bambaşka yerlerin de var olduğunu gösterecekti. Apocalypse Now The Doors/ The End ile başlayan çığır açıcı açılış sekansıyla, Richard Wagner’in Riders of the Valkyries’i eşliğinde Vietnam kıyılarındaki sivilleri bombalayan Amerikan helikopterlerinin ‘ihtişamının’ içinde kaybolmuş, yolunu kaybetmiş bir askerin ama aslında bir insanın hikayesidir.

“Vittorio unutma bu sadece Vietnam’daki savaşla ilgili bir belgesel değil. Bu bir bakıma Amerika’nın gittiği her yerde yaptığı başlıca bir şov. Her şey üzerine müthiş bir şov yapıyorlar. Çok büyük bir etkinlik yapıyorlar. Işıklı, müzikli büyük bir gösteri düzenliyorlar. Hatta Wagner’in müziğini savaş sekansının ortasına koyma fikri gösterinin bir parçası. Operanın bir parçası. Amerikan halkının en temel fantezisinin bir parçası.

Vittorio Storraro (Görüntü Yönetmeni)

Storraro’nun bu sözleri de Coppola’nın kafasının içindekileri tamamen açıklar nitelikte aslında. Joseph Conrad’ın Hearts of Darkness (Karanlığın Yüreği)’ni 20. Yüzyıl için söylenen ‘Aşırılıklar Çağı’ deyimine uyacak şekilde çekecek, bunu yaparken de kapitalizmini yaymaya devam etmekte olan Amerika’nın çarpık yaşam tarzını da mümkün mertebe filme alacaktı. Tüm bunların her şeyden önce bir yolculuğa dayanan destansı bir filmde anlatılması da son derece ironik gelebilir bizlere aslında. Bu sistemin verdiği sonsuz imkanlar, müthiş paralar ve ekipmanlarla yaşanan çağı alaşağı etmek de oldukça büyük bir hareket olarak görülebilir. Üstelik set esnasında devam eden Vietnam Savaşı’nın devlette yarattığı kaybetme travması da göz önüne alındığında filmin tam olarak neye hizmet ettiğini de anlamak kolay değil.

Ama yukarılarda da belirtmiş olduğum üzere Apocalypse Now çokça fazla birbirine zıt yönlere çekilebilecek bir film. Ama her şeyden önce özellikle finaliyle insanlığın, bunun üzerinden de şiddetin, öldürmenin, iktidar olmanın sonsuza kadar devam edeceğinin de büyük ve son derece görkemli bir tezahürü. Kurtz & Willard ikilisi arasında geçen şu diyalog da oldukça dikkat çekici ve üst makamların savaşa, savaşlara, askerlerine bakış açısı bakımından hayli önem taşıyor:

Kurtz: Sen bir katil misin?
Willard: Ben bir askerim!
Kurtz: İkisi de değilsin. Sen bir çıraksın! Bakkalın alacağını toplamaya geldin.

Bu ve bunun gibi daha onlarca diyalogla Willard kendisinden istenileni sonunda yapıyor ama  artık yuvasını da, yeni evini de bir bakıma bulmuş oluyor aslında. Emir alandan, emir verene evriliyor, katile dönüşüyor. Savaşta herkesin olduğu gibi bir katil. Tam anlamıyla dönüşümünü tamamlayarak katıksız iktidara dönüşüyor, varoluşçuluğunun da sonuna gelmiş oluyor böylece bir bakıma. Neden var olduğunun ışığı kafasının içinde yanıyor.

Bu özel yönetmen dosyamızda siz okuyucularımıza Francis Ford Coppola’yı Coppola yapan 70’lerdeki kariyer nirvanasına odaklandık ve özellikle sadece bu dönemi aktarmaya çalıştık siz okuyucularımıza. Bazı sanatçılar, bazı yönetmenler üretim anlamında zirvelerini erken yaşlarında ve çok kısa bir yıllar aralığına sığdırırlar ve bir daha asla o noktaya isteseler de ulaşamazlar. İşte yönetmen Coppola kesinlikle bu tanımın sinemadaki en katıksız temsilcisi diyebileceğimiz bir isim. İyi ki doğmuş.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir