Auteur Yönetmen Ömer Kavur ve Sineması

Yazan: Cansu Arslan

Ömer Kavur 1944 yılında sanata oldukça meraklı bir anne ve dışişlerinde görev yapan bir babanın tek çocuğu olarak Ankara’da dünyaya gelir. Altı yaşına geldiğindeyse artık boşanan bir anne babaya sahiptir. Bu sebeple de yatılı okul kavramıyla tanışır. 16 yaşında Robert Kolej’de okurken Antonioni’nin (La Notte) Gece filmini izleyerek yönetmen olmaya karar veren Kavur, Türk Sineması’nın okullu ilk Türk yönetmenidir.

Fransa’ya sinema okumaya gittiği dönemde Yeni Dalga Sineması ile tanışır ve ilerleyen yıllarda Türkiye’de ilk filmini yaptığı zaman bu durum onun auteur olarak anılmasına sebebiyet verecektir. Fransa’da hem sinema okuyup hem de otellerde çalışarak hayatını devam ettiren Kavur 1971 yılında Türkiye’ye döner.

Türkiye’ye geldiği dönemde hayatını reklam filmlerinden ve film ithalatçılığından kazanmaya devam başlar. Çok sayıda belgesel ve reklam filmi çektikten sonra uzun metraj film çekecek birikime sahip olur ve 30 yaşında Yatık Emine’yi çeker.

Ömer Kavur’un çekmiş olduğu filmlere giriş yapmadan araya giriyor ve sinemasının temel özellikleri ile konuyu başka bir yöne çekmenin doğru olacağını düşünüyorum. Neden mi hemen açıklayayım;

Ömer Kavur Türkiye’de çalışıyor ve sinemaya giriş yapma yolunda ilerliyorken Türkiye’de Yeşilçam furyasının olduğu bir zaman dilimi yaşanıyor. Neredeyse sinemanın seri üretimi diyebileceğimiz kadar film sipariş üzerine izleyici ile buluşturuluyor ve tüm bu süreçlerde de farkını ortaya koyabilen yönetmen sayısı oldukça az. Ömer Kavur ise eğitim almış, sinema ile kendini doldurmuş tutkulu bir genç ve tam da bu dönemde sinemaya dahil olmaya niyetleniyor. Neyse ki Ömer Kavur kendi duygu ve düşünce yapısını perdeye aktarabilecek bir yeteneğe sahip. Fransız Yeni Dalgası’nı yemiş yutmuş bir karakter olarak, Türk Sineması’na yeni bir dil getiriyor; bireyin içsel yolculuğu.

Ömer Kavur
Ömer Kavur

Ömer Kavur Sineması’nda Sıklıkla Karşılaştığımız Tema Yapısı

Ömer Kavur filmlerinde izlediğimiz bireylerin neredeyse hepsi toplumsal statüsü her ne olursa olsun toplumdan dışlanmış insanlardır. Kendilerine ait bir kimlik kurmaya çalışan ve bir yolculuk misali bunun savaşı içerinde olan karakterlerdir. Hal böyleyken karakterler her daim toplumsal normlar tarafından bastırılmışlardır. Filmlerindeki diğer özellik ise mekanları en ince ayrıntısına kadar bizlere gösteriyor olmasıdır. Anlattığı mekan ile insanı birbirinden ayrı tutmaya özen gösterir çünkü amacı insanın iç dünyasını en ince noktalarına kadar anlatabilmektir. Filmlerini genelde kasaba ortamında çeker ve kasabanın öğütemediklerini kendine has muhafaza edilmiş dünyasını izleyici ile buluşturur. En önemli mekanlarından biri de yollar arasındaki geçiş noktaları olan otellerdir. Otelleri sıklıkla kullanmasının sebebi ise babası ile yaptığı yolculuklar ve Fransa’da okurken para kazanmak için yaptığı otelcilik mesleğidir.

Kavur için bireyselliği anlattığından bahsetmiştim. Konuyu biraz daha açmak istiyorum. Filmlerinde içeride var olanlar var dışarıdan gelenler olarak iki farklı insan yapısı görürüz. İçeride kalanlar genelde sıkılmış ve mutsuz karakterlerdir. Dışarıdan gelenler ise içerideki karakterleri rahatsız etmek ve onları farklı bir içsel yolculuğa çıkartmak görevindedir. Ama filmlerin sonu genelde dışarıdaki karakterin içerideki karaktere benzemesi ile sonuçlanır. Ya da dışarıdakinin dışlanmasıyla…

Geldik Kavur sinemasındaki en önemli temalardan biri olan zaman kavramına. Filmlerinde sürüp giden zamanı ve eş zamanlılığı sıkça görebiliriz. Aynı zamanda karakterlerin şizofrenik olduğunu ve zaman konusunda sürekli bir kayıp yaşadıklarını da bolca izleme fırsatı bulabiliyoruz. Ama en etkileyici olan kısım ise yönetmenin karakterlerine farklı zaman ve mekanlarda aynı durumları milimi milimine tekrar tekrar yaşatarak bize zamanda döngüyü gösterdiği filmleri.

Ömer Kavur
Ömer Kavur, Orhan Pamuk, Fikret Kuşkan, Zuhal Olcay

Ömer Kavur Sineması’nın Kendine Has Dili

Kendine has bir dili olan yönetmenin filmlerinde genelde karakterleri kısa ve öz konuşmaları sayesinde tanırız. Lafı uzatmayan durağan fakat kesinlikle sıkıcı olmayan bu durum ile görselliği muhteşem bir şekilde birleştirir. Bu anlamda her karakter kendini anlatır ve karşısındaki karakter ise anladığı kadarıyla yetinir. Filmlerinin hemen hemen hepsinde bu tarzı görebilmekle beraber yaşadığı döneme göre de anlatım dilinde farklılıklar oluşmaktadır.

Yatık Emine (1974), Yusuf ile Kenan (1979) filmlerinde ağırlıklı olarak toplumsal koşulların karakterleri nasıl etkilediğini görüyoruz. Ah Güzel İstanbul (1981), Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) , Amansız Yol( 1985), Körebe ( 1985) filmlerinde ise bireyin yaşadığı zorluklar dolayısıyla çıktığı iç yolculuğu görebiliriz. Göl (1982), Anayurt Oteli (1987) filmlerinde ise bireyin daha çok kendine yabancılaştığını ve şizofrenisinin öne çıktığını daha kendine dönük tarafını izleyiciyle buluşmasını izliyoruz. 1990’da Gizli Yüz ve 1997’deki Akrebin Yolculuğu ile de artık varoluş ve ölüm sorgulanmaya insanın evrendeki yerinin ne olduğunu anlamlandırmaya çalışmalarını izleyebiliriz.

2000’li yıllara geldiğimizdeyse Türkiye’nin Amerikan yapısına bakış açısını toplum, insan ve evren üçlüsünde işlediğini net bir şekilde görüyoruz. Bu durum genel olarak Türkiye ve dünyanın gidişatı ile paralel ilerlemektedir. Toplumsal dinamizmi sinemasında unutmadan bizlere aktarmayı başarabilen Kavur, her şeyin çok kötü gidiyor olmasına rağmen insanın güzelleşebileceği umudunu da bizlere verebilmiştir.

Yatık Emine (1974)

Ömer Kavur

Ömer Kavur’un 30 yaşında çekmiş olduğu ilk filmidir. Refik Halit Karay’ın Memleket Hikayeleri adlı eserindeki öyküden uyarlanmıştır. Filmde politik sebeplerden dolayı hayatının büyük çoğunluğunu sürgünde geçirmiş mutsuz karakter Karay’ın hayatının nasıl gittiğini anlatılır. Düşmüş takımı diye adlandırılan bir kasabada Emine’nin yaşadıklarına kadrajı çeviren yönetmen ahlaki yapının iki yüzlülüğünü eleştirir. Dönem filmi olarak Kavur’un çektiği ilk ve son film olan Yatık Emine, 1909 yılının II.Meşrutiyet’i atlatmış bir kasabasında geçer. Kasabalılar daha önce de bahsettiğim gibi kendi hallerinde yaşayan kapalı karakterlerden oluşan bir topluluk olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla sürgüne gönderilen Emine, kasabada kendini ne yapsa kabul ettiremez. Toplum tarafından öyle olmasa bile hayat kadını olarak nitelendirilir. Kasaba için bir korku unsuru olan Emine kimilerince cinsel bir arzu olarak görülürken kimilerince de kurtarılmaya çalışılan bir karakterdir. Tüm bunların arasında seyirci Yeşilçam’dan farklı bir yapıyla karşılaşır ve kadının konumu ve baskısının nasıl resmedildiğini görürler.

Yusuf ile Kenan (1979 )

Ömer Kavur

Yusuf ile Kenan 12 Eylül dönemlerinin alevlenmesine yakın bir zaman diliminde var olmaktadırlar. Yönetmenin politik bakış açısını en net görebildiğimiz filmlerinden biridir. Yusuf ile Kenan iki kardeştir ve kan davasından dolayı İstanbul gibi hiç görmedikleri kocaman bir şehre yerleşmek zorunda kalırlar. Filmin ana noktası yolculuk ve sonrasındaki arayıştır. Yusuf ve Kenan bu kocaman şehirde akrabalarını ararken kendilerini de aradıklarından bir haberdir. Birbirlerinden farklı iki karakter olan kardeşlerin yaşama bakış açıları ile birlikte Türkiye’nin yaşadığı siyasi motifleri de filmde gerçekçi bir bakış açısıyla izleriz.

Ah Güzel İstanbul (1981)

Ömer Kavur

Burada öncelikle belirtmek istediğim kritik bir durum var. Ömer Kavur’un bu zamana kadar yaptığı filmler arasında değişikliğe uğramaya başlayan Ah Güzel İstanbul, 12 Eylül darbesinin kabullenildikten sonraki dönemine ait. Yönetmen darbe öncesinde kendisini toplumsal olaylara eğilen biri olarak konumlandırırken darbe sonrasında ticari filmler yapmaya meyilli olduğu dönemde yaptığı Ah Güzel İstanbul, Firuzan’ın Kuşatma isimli öykü kitabında yer alan aynı isimli öyküden uyarlanmıştır. Film şöfor Kamil ile hayat kadını Cevahir arasındaki aşkı konu edinir. Filmin daha ticari olduğunu söylemiştim. Burada da Yeşilçam’ın sıkça işlediği hayat kadını ile yaşanan aşk bunun en büyük kanıtıdır. Fakat film yine de Yeşilçam Sineması içerisinde yer alacak bir film değildir. Kavur yine kendine özgün bir dil yaratır ve bireyin yabancılaşmasını odağına alır.

Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981)

Ömer Kavur

Ah Güzel İstanbul’un getirdiği bir başarı vardır ve Kavur bu sebeple hala ticari filmlere devam etmektedir. Bu da filmlerinde aşk konusuna sıkça yer etmesine neden olur. Edebiyat uyarlamaları konusunda başarılı olan Kavur, Kırık Bir Aşk Hikayesi filmini de Selim İleri ile birlikte yazar. Film, İstanbul’dan Ayvalık’a tayini çıkan Aysel ve kasabanın bilinen ailelerinden birinin oğlu olan Fuat arasındaki aşk hikayesini konu alır. Şehir hayatından gelen Aysel ile taşrada sıkışmış ve kendine bir çıkış yolu arayan Fuat arasında geçen bu öykü ikiliyi bir şekilde karşılaştırır. Hayal kırıklıkları ile şehir hayatından taşraya kendini atan Aysel aşka karşı çıkamaz ve Fuat ile hikayeleri bu şekilde başlar. Umut etmeyen bir film olarak okuyabileceğimiz Kırık Bir Aşk Hikayesi, iki karakterin o aşkı taşranın çıkmazında yaşayamayacağını bizlere gösterir.

Göl (1982)

Ömer Kavur

Selim İleri ile yapmış olduğu ikinci film olan Göl, psikolojik gerilim olarak Türk Sinemasın’da henüz çok da rastlamadığımız bir kategoride yer alır. Murat Ağa adlı karakterin eşi 3 sene önce gökde intihar etmiştir ve Murat bunu kabul edemiyordur. Bu da onu şizofreni seviyesine kadar getirmiştir. Murat Ağa bir gün Nalan ile tanışır ve onu ölen eşine çok benzetir. Onu tutsak eder ve elde etmeye çalışır. Fakat işler planladığı gibi gitmez ve onu elde edemediği için intihar eder. Burada tutkunun varlığından söz edebiliriz ama bu tutku daha çok hastalıklı bir aşk hikayesine doğru evrilmiştir. Filmin amacı gerilimi odak noktası alarak kimlik ve yabancılaşma konularına değinmesidir. İnsanın analiz edilmeye çalışıldığı bu noktada yola çıkmak ve o esnada insan psikolojisini ele almak Kavur’un filmlerinde sıkça görebileceğimiz temalar arasındadır.

Körebe (1985)

Ömer Kavur

Gerilime baş koyan Kavur gerilimden devam etmeye karar almış ve Körebe’yi çekmiştir. Üstelik gerilimle sınırlı kalmayıp bu sefer polisiye öğeleri de filme dahil etmeyi ihmal etmemiştir. 12 Eylül’den sonra çekilmiş bu film Türkiye’nin korku içerisinde yaşamaya çabaladığı bir dönemi tasfir eder. Meral karakteri kaybolan kızını aramaya başlar. 12 Eylül sonrası değişim geçiren insanların var olduğu bir İstanbul’da kızını arayan Meral toplumsal bakış açısının nasıl olduğunu izleyiciye net bir şekilde aktarır. Kızını arayan Meral’in bu yolculuğu zamanla içsel bir yolculuğa dönüşür. Filmin adının Körebe olmasının bir anlamı vardır ve bu Meral’in İstanbul’un en bilinmeyen köşelerini aramasıyla anlam bulur.

Amansız Yol (1985)

Ömer Kavur

Ömer Kavur’un ticari bakış açısını yansıtan son filmi olarak görebileceğimiz Amansız Yol, yol sinemasının vücut bulmuş halidir. Sanayileşmenin getirdiği o modern çağa yabancılaşmış insan, kendine çıkış yolu arayan iletişim problemi çeken karakterlerle donatılmış olan film bir anlamda da kara film özelliği taşır. Filmin karakterlerinin hemen hemen hepsi karanlık hayatlar yaşayan karakterlerdir. Tır şoförü olan Hasan eski sevgilisi Sabahat ile onun kızı Ayşe ile bir kaçış yolu aramaktadır. Ömer Kavur’un filmlerinde yolculuk ile sıkça karşılaşırız fakat bu filmde yolculuğun uğradığı lokasyonlar çok daha geniştir. Diyarbakır, Şanlıurfa ve Mardin’e kadar süren bu yolculuk yaşamın sıradanlığını da bizlere sunarak 1980’lerdeki Güneydoğu’yu bizlere aktarmayı başarır.

Anayurt Oteli (1986)

Ömer Kavur

Ömer Kavur sinemasına aşina olmayanların bile mutlaka bir yerlerden duyduğu ya da okuduğu Anayurt Oteli yönetmenin sinemasının en üst noktasıdır. Uzun bir aradan sonra ticari kaygı ile yapmadığı Anayurt Oteli, Kavur’un derdini anlatabildiği bir kurguya bürünmüştür. Yusuf Atılgan’ın eserinden uyarlanan Anayurt Oteli, edebi eserde yer alan zamandan farklı olarak 1960’lı yıllar yerine 1980’li yılların taşrasına odaklanır. Yusuf Atılgan’ın ikinci romanı olan Anayurt Oteli’nde karakterin iç dünyasına odaklanıldığını görürüz. Zebercet’in fiziksel ve ruhsal olarak yaşadığı yalnızlığın kendi zihnine ve bulunduğu dünyaya yansımalarının anlatıldığı romanı, Kavur kendi sinemasıyla birleştirip kült bir yaratmıştır. Zebercet, Ege’de Anayurt Oteli’nin katibidir. Fakat bununla da kalmaz oradaki konumlandırılmaları. Kendisi hem otelin berber çırağıdır hem geceleri cinsel açlığı doyurmakla görevli bir nesnedir. Zebercet bunlar arasında insanlarla iletişim kurmaktan kaçınan, oradan oraya savrulan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Böylesine bir yalnızlık Zebercet’in iç dünyasına dönmesine ve zihninde yaşamaya başlamasına neden olur. Kimseyle iletişim içerisinde olmamasına rağmen çevresindeki insanlar hakkında hayaller kurar ve varsayımlar yaratarak onlarla fanteziler kurar. Belli bir rutin içerisinde hayatını bu şekilde yaşarken bir gün Ankara’dan bir kadın gelir. Otelde sadece bir gece geçiren bu kadını unutamaz ve otele döneceğini düşünerek ona verdiği odayı kimseye vermeyecek kadar bu durumu takıntı haline getirir. Kimlik arayışı, yalnızlık, hayal kırıklığı ve tüm bunlar Zebercet’i artık yormaktadır ve hayatın anlamını bulamayarak kendini asar.

Gece Yolculuğu (1987)

Ömer Kavur

Filmleri arasında otobiyografik diyebileceğimiz Gece Yolculuğu yönetmenin senaryosunu kaleme aldığı filmlerindendir. Film Türk Sineması’nın Yeşilçam zamanlarına gönderme yapacak bir kurguya sahiptir. Gece Yolculuğu’nun baş karakteri Yeşilçam zamanlarında yaşayan ve niteliksiz filmler çekerken kendini içsel bir yolculukta bulan bir yönetmen Ali’dir. Ali, gördüğü mekanlarla içsel bir ilişki kurar ve onları zihninde farklı çağrışımlarla düğümler. 1980 öncesinde devrimci olan, sendika faaliyetlerinde yer almış siyasi ve dolayısıyla topluma dokunan filmler çekmiş eski bir aktivisttir. Onun gibi aktivist olan kardeşini cinayete kurban vermiş ve büyük bir travma yaşayarak her şeyden uzaklaşmıştır. Politikanın onu yendiğini kabullenmiş ve yaşantısını geçmişine doğru bir yolculuk yaparak yaşamaya başlamıştır. Kendisine yabancılaşmamak için çaba sarf eden Ali, kendi hikayesini yazmaya koyulur. Yazdığı senaryo onun içsel yolculuğunu temsil etmektedir. Bir bakımdan onun arınma yöntemi…

Gizli Yüz (1991)

Ömer Kavur

Senaryosunu Orhan Pamuk ile birlikte yazdığı Gizli Yüz, yönetmenin gerçeküstücülüğünü bize gösterdiği ilk filmdir. Pavyon fotoğrafçılığı rolünde muhteşem oyunculuk sergileyen Fikret Kuşkan ile insanın içini merakla dolduran bir kadının hikayesinin anlatıldığı filmde, zaman ve mekandaki belirsizlikler, gerçekten soyutlanmış mekanlar ile bizlere post modern bir sunum yapar. Mistisizmin gizemli kısmını alan Gizli Yüz, Kavur’un saat imgesini en çok kullandığını gördüğümüz filmdir ve bizlere her defasında farklı anlamlar sunar. Şehirli fotoğrafçının taşradaki kadının peşine düşmesiyle bir hikaye arayışı ortaya çıkar. Kendini arama, tüm bu gizeme bir cevap bulmak için kadının peşine düşer ve orada anlar ki yaşanan her şey tekerrürden ibarettir. Yani bu arayış hiçbir zaman bitmez.

Akrebin Yolculuğu (1997)

Ömer Kavur

Gerçeküstücülüğü perdeye yansıtmaktan haz alan Kavur’un ikinci gerçeküstü filmi Akrebin Yolculuğu, zaman nedir sorusuna gerçeğin ne olduğunu sorgulamayı da eklemiştir. Kavur’un zaman meselesine kafayı taktığının en net göstergesi olan saat tamircisi Kerem, kendi içinde sıkışıp kalan farklı zamanlara doğru sürekli yolculuk eden bir karakterdir. 20.yüzyılın bireyselci yapısı, kendine yabancılaşması durumunu yaşayan Kerem, yaptığı yolculuklarla kendi zamanını kaybettiği anları bulmaya çalışır. Bir gün büyük bir saat kulesini onarmak için Gölköy’e doğru yolculuğa çıkar. Kasabaya geldiğinde saat kulesinin sahibi Esra ve onun eşi Agah Bey ile tanışır. Kerem ile Esra’nın aralarındaki arkadaşlık zamanla daha yakın bir ilişki halini alır ve ikili arasında yasak aşk başlar. Agah Bey’in bu durumu fark ediyor olmasıyla Kerem ile aralarında ciddi çatışmalar yaşanır. Kerem’in Esra’yı takip ettiği bir gün gölde bir cinayete şahit olur ve film oradan sonra çok daha gizemli bir hal almaya başlar. Filmin sonunda bu gizem çözülür ve her şey açıklanır.

Karşılaşma (2002)

Ömer Kavur

Akrebin Yolculuğu ile başladığı ölüm konusunu son filmi olan Karşılaşma ile bir ölümle hesaplaşma biçimine döndürmüştür. Yönetmen yaşamının son yıllarını kanserle savaşarak geçirmiştir. Karşılaşma, bu açıdan da Kavur’un otobiyografik eserlerinden biri olarak yorumlanabilir. Ölüm kavramını sorguladığı, ölümle hesaplaşacağı ve bir yandan da ona karşı gelme mücadelesi. Filmin çıkış noktası Kavur’un hastalığını daha sakin geçirmek için gittiği Bozcaada’da gördüğü bir cinayettir. Karşılaşma’dan önce çekmiş olduğu son filmleri gibi mistik öğeleri bu sefer kullanmayı bırakan Kavur, daha çok polisiye ve gerilim öğelerine odaklanmıştır. Sinan, oğlunun ölümünü görmüş bir adamdır. Oğlu öldüğü günden itibaren kendi suçluluğu içerisinde yaşayıp hayatını acı dolu geçirmektedir. Yaşadığı bu acı onun kanser olmasına neden olmuştur. Yaşadığı bu acı onun kendini sorgulamasına çevresinde onun gibi olanlarla yüzleşmesini sağlamıştır. Fakat Sinan için bu çok daha zorlu bir süreçtir ve bir cinayetin gizemini çözmek için yola çıkar. Bu yolculuk onun içsel değişimi için attığı ilk adım olacaktır.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir