Miguel Gomes’in 2024 Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandığı Büyük Yolculuk (Grand Tour), yüzeyde kaçıngan bağlanma ve saplantı gibi bireysel psikoloji temalarını işler gibi görünmektedir. Ancak derinlerde 20. yüzyılın başında egemenliklerini pekiştiren sömürgeci güçlerin, sömürgelerini kaybetmeye başladıkları dönemin ilk çatlaklarını gözler önüne sermektedir.
Film, 1918’de geçiyor gibi gözükse de karakterlerin geçişlerini 2020’ler Saygon’u, Bangkok’u, Osaka’sıyla birbirine bağlamaktadır. Bu da, 20. yüzyılın başlarında egemen sömürgeci kuvvetlerin egemenlikleri bitse dahi yankılarının halen sürdüğünü göstermektedir. Saygon hariç diğer şehirler doğrudan sömürge şehirleri olmasalar da Batı’nın güdümünde veya Batı’nın o dönem tampon ülkelerinin şehirleriydiler. Dolayısıyla film, literatürdeki sömürgecilik analizleriyle okunabilir hale gelmektedir. Büyük Yolculuk’ta geçmiş, şimdi, kurmaca ile gerçek; aşk ve egemenlik birbirine geçer. Edward’ın Molly’le ilişkisi esasında sömürgeci anlatılarla paralel bir yol izlemektedir.
Kaçış ve Gölgelere Doğru
Filmde Burma’da İngiliz Büyükelçisi’nde çalışan Edward, yedi yıllık nişanlısı Molly’den kaçmak için Saygon, Bangkok, Osaka gibi şehirlere kaçmaktadır. İlk durağında tren kazasından faydalanmaktadır. Trenin bulunduğu sık ormanlık alanın içerisinde kaybolmaktadır. Edward, bir anlamda İngiliz bürokrasisinden kaçmak istemektedir. Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabında bahsettiği üzere Batı, Doğu’yu pasifize ederek temsil edilen bir ötekiye dönüştürmektedir. Ancak Gomes, Büyük Yolculuk ile bunu ters yüz etmektedir. Edward’ın Doğu’ya yolculuğu fetih ve bilgi edinme arzusundan değil; duygusal ve politik bir kaçısı imlemektedir.

Filmin güncel görüntülerle paralel kurgu ya da geçişler aracılığıyla çalışması Doğu’nun, sömürgeciliğin tarihsel yankılarına rağmen çok sesli, canlı ve dirençli bir varoluşa sahip olduğunu göstermektedir. Edward’ın yolculuğu ve sürekli kaçışı, aslında kendi kimliğini bulmaya çalışan bu Doğu’ya yönelik bastırılmış bir arayışı da ima etmektedir. Nitekim Osaka’daki bir keşişin sözleri bu temayı açık etmektedir: “Gölge gizlemez. Gölge ifşa eder.” Tren veya yolculuklarla yapılan geçişler böylece seyirciyi sabit bir zamandan kurtarmaktadır. Hareket halindeki çoklu bir zamansallığa yerleştirmektedir.
Öte yandan Edward ne tam anlamıyla bir İngiliz’dir ne de Doğu’ya aittir. Edward sürekli olarak kimliksizleşir, mekanlar arasında arada kalmışlığı deneyimler. Edward, “yerinden edilmiş” bir karakterdir. Bu bağlamda, Homi K. Bhabha’nın “melezlik” ve “üçüncü alan” kavramları filmi anlamlandırmak açısından önemlidir. Karakterlerin yanı sıra filmin meta sinema doğası, geçmiş ve şimdi, batı ve doğu, sessiz sinema, found footage, belgesel estetiği; caz müziği ve günümüz müziklerinden oluşan bu çeşitlilik tıpkı postkolonyal öznenin parçalanmışlığını gösterdiği gibi anlatının bütünlüğünü de bilinçli olarak bozmaktadır.

Ayrıca, filmin başlangıcında gördüğümüz dönme dolap, gölge oyunları, kuklalar gibi unsurlar sömürge sonrası yerel kültürlerin hala ayakta kalma çabasını imlemektedir. Bu unsurlar postkolonyal coğrafyanın kültürel hafızasının sinemasal izdüşümleri olarak okunabilir. Anlatının ortalarına doğru Dev Ana, prens ve prenses üçgeninden oluşan bir gölge oyununu görürüz. Bu gölge oyunu, Molly ve Edward’ın hikayesiyle paralel bir şekilde ilerler. Gölge oyunu, prens, prenses; Edward ve Molly’nin de tarih ve iktidarın ipleriyle hareket ettiklerini göstermektedir. Dolayısıyla Büyük Yolculuk sadece bireysel yolculukları değil; aynı zamanda sömürge sonrası yerel toplumların kültürel direniş alanlarını da yansıtmaktadır. Ancak, filmde dengelerin masum bir şekilde konumlanmadığını sonraki aşamalarda görürüz. Batı’nın kendi çıkarı uğruna yerel toplumların ihtiyaçlarını göz ardına edebildiğine şahit oluruz. Bu da, seyirciyi temsil hususunda sorgulayıcı bir konuma yerleştirir.
Hayaletler İmparatorluğu ve Acıtan İyimserlikler
Filmde, Molly’nin bulunduğu yerel halkın dilini konuşmaması; Edward’ı saplantılı bir şekilde bulmaya çalışıp mürettebatının durumunu göz ardı etmesi de Spivak’ın “Madun konuşabilir mi?”, sorusunu tekrardan hatırlatır. Sessiz kalanlar ölür; tıpkı sömürge altında kalan ve sesleri duyulmayan yerel halk gibi. Edward’a saplantılı olan Molly egemenlikleri sarsılan sömürgeci devletlerin saplantısını temsil eder. Molly, bir anlamda İngiliz İmparatorluğu’nun bir hayaleri olarak da okunabilir. Molly’nin ölümü, dünya üzerinde bir zamanlar egemen olan; sömüremese de tampon bölgeler oluşturan İngiliz hakimiyetinin ölümünü simgeler. Ancak bu ölüm kalıcı değildir. Yabancılaştırma etkisi kullanılarak Bobby Darin’in bir Charles Trenet cover’ı olan Beyond the Sea şarkısı çalar. Yukarıdan süzülen ışıklar, esasında filmin ışık ekibinden gelmektedir.

Achille Mbembe’nin Necropolitics kavramı bu sahnelerde karşılık bulmaktadır. İktidar artık ölümle değil, onu nasıl estetize ettiğimizle alakalı hale gelmektedir. Tüm bunlarla kurmacanın kırılması, Laura Mulvey’in bakış kuramının ötesine geçerek sinemanın erkek merkezli bakışını da ters yüz eder. Molly artık yalnızca seyredilen değil, kendi anlatısını terk eden bir figür haline gelmektedir.
Ancak Molly’nin seti terk edişi aynı zamanda izleyiciye, bu terk edişin ardındaki saplantıyı ve kırılganlığı da göstermektedir. Molly’nin Edward’a duyduğu bağ, artık edilgen bir temsil meselesi değil, doğrudan duygulanımsal bir bağımlılık biçimine dönüşmektedir. Bağlamda Lauren Berlant’ın, cruel optimism kavramı devreye girer. Molly, kendisine kurtuluş getireceğine inandığı bir ilişkiye tutunmaktadır. Lakin bu tutunma onu hem fiziksel hem ruhsal olarak ölümcül bir sonuca itmektedir. Film, böylece sadece bakışı ters yüz etmekle kalmaz, aynı zamanda duygusal bağlılıkların da nasıl bir yıkıma dönüşebileceğini açığa çıkarmaktadır.
Edward ise klasik bir kaçıngan bağlanma vakasıdır. Duygusal yakınlıktan kaçınır. Sürekli hareket halindedir. Bağ kurmaktan uzak durmaktadır. Bu psikolojik mesafe sadece Molly’e yönelik bir mesafe değil; aynı zamanda Edward’ın İngiliz bürokrasisinden ve sömürge anlayışından da kaçışını da yansıtmaktadır. Filmin sonunda Edward’ın son durağı olan bir ormandan sağ çıkıp çıkmadığının sorusu yanıtlamamaktadır. Bu yanıtsızlık, hem fiziksel hem de duygusal bir askıya alma durumu olarak karşımıza çıkmakadır.
Sonuç
Büyük Yolculuk, sadece bir adamın sevgilisinden kaçışını değil; bir imparatorluğun çözülmesini, kültürel temsillerin ve sinemanın sınırlarını da sorgulayan bir film. Edward ile Molly’nin ilişkisi, bireysel olduğu kadar tarihsel bir yük taşımaktadır. Trenler, geçişler, kuklalar ve gölgeler, bu anlatının sessiz aktörleri haline gelmektedirler. Film, postkolonyal dünyanın sürekliliklerini yalnızca içerik olarak değil, biçim olarak da yansıtmaktadır. Böylece Büyük Yolculuk, aşk ile egemenlik, temsil ile sessizlik, kaçış ile saplantı arasında asılı kalmış bir modern zaman anlatısı olarak karşımıza çıkmaktadır.