Netflix’in İngilizce Olmayan 15 Hazinesi

Yazan: Hilal Işık

Alt yazılı yapımları seyretmenin en güzel yanlarından biri Parazit’in yönetmeni Bong Joon Ho‘nun da belirttiği gibi bir kere dil engelini aştığınızda önünüzde uzanan sınırsız sayıda hikayeye erişebilme imkanıdır. Alıştığımız tiplemelerin, mekanların ve konuların dışındaki dünyayı görme ihtimalini içinde barındıran alt yazılı eserler aşina geldikleri noktalarda sundukları farklı bakış açıları ile evden dışarı çıkmadan oldukça etkileyici eserlere erişmeyi mümkün kılar. Bir diğer güzel yanı ise elinizdeki telefonu bırakıp gerçekten hikayeye odaklanma gerekliliği barındırmasıdır. Bu sayede çoklu görev komutunu bırakıp yaşadığımız gerçeklikten uzaklaşma ve keyifli saatler geçirme ihtimalimiz artar. Bu nedenle bir sonraki “Ne izlesem?” anınıza yardımcı olacak dizi listemiz ile karşınızdayız. Keyifli seyirler dileriz.

Au Service de la France / Çok Gizli Servis (Fransa)

1960’lar Fransa’sında geçen dizi, Andre isimli bir gencin Fransız istihbarat servisinde işe başlamasını konu alan bir espiyonaj komedisi. Jean-Fronçois Halin’in kaleminden çıkan Au Service de la France; Charles de Gaulle dönemi Fransa’sını, aynı anda koloni sürecinden ötürü duyulan gururu ve bu gururun saçma oluşunu, uluslararası arenada konumunu yitirmiş olan Fransa’nın siyasi alandaki girişimlerini ve daha nice dönemsel mevzuyu muazzam bir kara mizahla anlatmakta. Fransa’yı bir yandan överken bir yandan acımasızca dalga geçişinde, bürokrasinin işlevsizliğini tiye alışında ve çalışan ilişkilerini işleyişinde ilginç bir şekilde Parks and Recreation’ı hatırlatan dizinin dili ve senaryosu o kadar eğlenceli ki absürtlükler bile doğal hale geliyor. Dolaysıyla ortalama yarım saat süren 24 bölümden oluşan Au Service de la France, keyifli geçecek dakikaların garantisini veriyor.

Il Était Une Seconde Fois / Twice Upon a Time (Fransa)

Eğer bitmiş herhangi bir ilişkinizin ardından “Öyle demeseydim”, “Öyle yapmasaydım” anlarıyla boğuşmuş; zamanı geri döndürüp ikinci bir şans elde etmeyi dilemişseniz yalnız değilsiniz. Hatta o kadar değilsiniz ki Nathalie Leuthreau ve Guillaume Nicloux’un eseri Il Était Une Seconde Fois’de Gaspard Ulliel tarafından canlandırılan Vincent sizsiniz. Sevgilisinden ayrılalı neredeyse altı ay olmuş olmasına rağmen hala depresif ve mutsuz olan Vincent’ın evine bir gün kaza eseri bir kutu teslim edilir. Kutu sayesinde dokuz ay öncesine geri dönebilen Vincent, ikinci şansını elde etmiş olur. Zaman yolculuğu veya paralel evren gibi konularına çok hafiften dokunan dizi daha çok dram ve romantik bir yapıya sahip. Dizinin listeye alınma sebebi çokça işlenmiş “ikinci şans” konusundan ya da Garpard Ulliel’in garip gamzesinden ziyade izleyeni tekinsiz hissettiren ama aynı zamanda cezbeden sinematografisi. Ağır seyreden hikayenin yanı sıra olmamışı oldurma çabası bazen o kadar ağır geliyor ki bazen Vincent ile o kutuya hiç girmemiş olmayı dileyebiliyor izleyenler. Yine de nefeslenip, bir iki kedi videosu ile keyfiniz yerine geldikten sonra içinizde diziye devam etme isteği doğabiliyor.

Coisa Mais Linda / Girls From Ipanema (Brezilya)

1950’lerin sonlarında Rio de Janeiro’da geçen dizi kocası tarafından hem maddi hem de manevi olarak aldatılmış olan Maria Luisa’nın Malu’ya evrilişini işlemekte. Maria Luisa, Sao Paolo’ya, baba evine dönmek yerine o dönem için oldukça radikal bir karar alır. Tüm parasını alarak metresi ile kaçan kocasına, kadın olduğu için alkol ruhsatı dahi alamayacak ya da bankadan kredi çekemeyecek olmasına rağmen yılmadan müziğin ön planda olduğu bir mekan açma hayalinin peşinden gitme kararı alır. Maria Luisa ekseninde devam etmesine rağmen dizi, bölümler ilerledikçe farklı kesimlerinden, farklı statülere sahip kadınların kendilerini bulma ya da kendilerinden kaçmama süreçleriyle dikkat çekmeye başlıyor. Dizinin haz veren unsuru ise Amerikan jazzın, samba ritimlerinin ve Portekizce sözlerin harmonisi olarak görülen bossa nova müziğinin bir tür olarak kendine yer buluş süreci. Kısacası 2020’den aşırı derecede sıkıldığımız şu günlerde denizin, kumun, güneşin ve müziğin muazzam olduğu dönemleri anlatan Coisa Mais Linda aranılan büyülü kaçışı izleyene sunmakta.

The Rain (Danimarka)

Netflix’in ilk Danimarka yapımı dizisi olan dizide hayat normal seyrinde devam ederken bir anda yağmur ile taşınan bir virüs temas ettiği her insanı öldürmeye başlar. Nihayetinde insanlığın büyük bir kısmını yok olur. Bilim insanı olan babaları sayesinde bir sığınakta virüsün etkisinden kurtulabilen Simone ve Rasmus isimli iki kardeş ilk yağmurdan altı yıl sonra sığınaktan çıktığında başkaları ile işbirliği yapmaları ve varlığını unuttukları insani duygularla başa çıkmaları gerektiğini anlar. “Medeniyet yok olsaydı ne olurdu? Baskı altındayken nasıl mutlu olabiliriz? İnsan olma kavramı başka insanların varlığına dayanır mı? gibi sorularla irdelemelere sevk eden dizinin belki de en önemli noktası geleneksel yapımların aksine en zekinin, en disiplinlinin ya da en güçlünün hayatta kalmadığı bir distopya sunması. Doğru ve mantıklı olanın ne olacağı tamamen felaket sonrası dünyada yaşayan karakterlere bağlı olan The Rain, Coisa Mais Linda’nın tersine kendinisi günümüze, hatta daha distopik haline sürüklemek isteyenler için yapılmış bir dizi.

Ninguém Tá Olhando / Nobody’s Looking (Brazilya)

Ya şans eseri başımıza gelenler pek de öyle tesadüfi değilse? Ya bir şeyler tesadüfleri tetiklemişse? Ninguém Tá Olhando’nun yaratıcıları bu soruların cevabını dünyanın dört bir yanında Angeli adı verilen istasyonlarda çalışan angelus adlı melekler olduğunu düşünerek cevaplamış. Bu melekler günlerini dönüşümlü olarak bir insane atanıp saçma sakar kararlarından ötürü insanların ölmesini engellemekle geçirmekte. Gün bitiminde raporlarını yazıp dosyalamakta ve bu dosyalar hiç okunmamak üzere arşivlenmekte. 4 temel kuralı bulunan bu sistematik ve hiyerarşik giden bu düzeni bozan melekler ise sonsuza denk Melekler Şehri’ni izlemekle cezalandırılır. Mantıksızlıklarıyla birlikte işler haldeki düzen 300 yıl sonra üretilmiş olan ilk angelus Uli ile sorgulanmaya başlar. Aynı zamanda hem Good Place hem de Office karışımı olabilen Ninguém Tá Olhando, klişeler barındırsa da kendi sınırlarını aştıkça izleyiciye de aynı sinyali veren bir dizi.

Brot / Valhalla Murders (İzlanda)

Thordur Palsson tarafından yaratılan bu İskandinav polisiyesinde Reykjavik’te işlenmiş bir dizi cinayet aydınlatılmaya çalışılmakta. Birçok polisiye ve suç yapımından alışık olduğumuz bürokratik sistemleri, karmaşık ilişkileri ve ters köşeleri alışık olmadığımız bir coğrafyada sunan Brot; polislerin bile silah taşımadığı, güvenli İzlanda portresini de sarsıyor. Dizinin ilk bölümlerde yavaş tempolu olması, İzlanda’nın müthiş doğası ve sürükleyicileşen hikayesi ile harmanlandığından sebatla bölümleri izlemeye sevk ediyor. Brot’un içilen biranın, kullanılan arabaların markası gibi İzlanda hayatına dair irili ufaklı bilgiler vermesi ise meraklıları için ayrı bir izleme sebebi teşkil etmekte. Nihayetinde polisiye dizilerine aşınaysanız çok da çığır açıcı gelmeyecek olan bu dizinin Reykjavik’in güzelliğiyle izleyeni büyüleyeceği kesin.

Marienne (Fransa)

Emma bir roman yazarıdır ve birçok yazar gibi o da kendi hayatından esinlenerek yazar. Ancak söz konusu roman korku türünde olduğu için Emma’nın kişisel tecrübeleri izleyenlere kalp ritminde sekmelere neden olacak olayları silsilesi sunar. Marienne, esasında Emma’nın kabuslarında gördüğü bir cadıdır ve Emma artık onun hakkında yazmaktan yorulduğu için korku türünü bırakmayı ister. Fakat Marienne, kararını değiştirmesi için Emma’yı doğduğu kente geri çağırır. Kabuslarla beslenen Marienne, istediği her formda ve her yerde bulabilir; korkuları ve hayalleri istediği gibi manipüle edebilir. Marienne hakkında sadece bu kadar bilmek bile bir ürperti hissettirirken bu edebiyat sevdalısı cadının roman kahramanı olmayı sürdürmek adına neler yapabileceğini izlerken oldukça nefessiz kalacaksınız. Marienne’in ikinci sezon onayı almadığı haberi ise sevenlerini bir yandan üzerken bir yandan rahat uyku uyunacak günleri vadettiği için karmaşık duygularla karşılanmıştır.

Delhi Crime (Hindistan)

Hint asıllı Kanadalı yapımcı Richie Mehta tarafından yapımı üstlenilen Delhi Crime, 2012 yılında Delhi’nin güneyinde yaşanmış gerçek bir suçu işlemekte. Olayın yaşandığı dönemde Hindistan’da ve dünyanın belli bölgelerinde büyük yankı uyandırmış olan suçun zalimliğinin etkisi, yetkililerin doğru olan seçenekler ile kolay olanlar arasında bocalaması, ataerkilliğin Hindistan’da yaşan kadınlara ve hatta erkeklere verdiği muazzam zarar oldukça sağlam irdelenmiş. Kronolojik olarak olayın seyrini bilmekle birlikte adım adım yaşananları takip edebilmek durumun vahametini bir kat daha arttırırken izleyici, soruşturmayı üstlenen komiser yardımcısı Vartika ile çabaladığı hissine kapılıyor. Aynı hayal kırıklıkları, aynı öfke ve aynı sebat duygularıyla, tıpkı Vartika gibi bir daha bir ülke bir kadının sesi olmak zorunda kalmasın diyerek ilk sezonunda olan soruşturmanın seyrini yakından takip etmeye başlıyorsunuz. Bollywood’un, yoga kamplarının ve körili yemeklerin ötesindeki Hindistan’i merak edenler için oldukça sarsıcı bir seçenek.

Wir sind die Welle / We are the Wave (Almanya)

Dark’tan sonra izleyicilerin dikkatini iyiden iyiye çekmeye başlayan Alman dizilerine, kendi adıma bir yenisi daha eklendi diyebilirim. Aşırı derecede yüzeysel bakıldığında okula yeni kaydolan Tristan’ın ve dört arkadaşının kendini bulma serüveni diyebiliriz. Ancak bu kadar basit bir ergenlik dizisi değil Wir sind die Walle; içinde oldukça yerinde ırkçılık, antikapitalizm, neo-nasyonalizm yergileri barındırmakta. Hatta bu yergiler o kadar kışkırtıcı ki ergenlerimiz, kendi aralarında ya da sanal ortamda tartışmaktan bir adım öteye giderek bir dalganın öncüsü haline gelmekte. Bir yandan seslerini duyururken bir yandan eleştirilerini ortaya koyan gençler bir süreliğine güzel bir ivme yakalar. Ancak oluşturdukları dalga giderek kontrol edilemeyen bir tsunamiye dönüşme sinyalleri verdiğinde işler iyice hareketlenir. Her alanda ve yaşta aşırıcılığın beraberinde getireceği yıkımları irdeleme imkanı sunan bu dinamik dizi, ciddiye alınmayı talep eden, etkileyici bir yapım.

Hjem Til Jul / Home for Christmas (Norveç)

Yeni yıl senaryolarını bilirsiniz; esas kız ile esas oğlan arasındaki büyülü aşk, tamahkar olmayan insanlara karşı kazanılan zafer, ziyafetle kutlanan bir yıl. Hjem Til Jul tüm bunları görüp daha gerçekçi olmayı amaçlamış bir Norveç yapımı. 30 yaşında bekar bir hemşire olan Johanne’nin uzun zamandır sevgilisi olmamıştır. Bu konuda çok da kendini üzmez. Ancak yılbaşı gelmektedir ve dünyada tek bekar kalan Johanne’ymişçesine anne çenesine maruz kalır. Dolayısıyla annesine sevgilisi olduğunu söyler. Fakat annesinin sevgilisi ile yeniyıl yemeğine gelmesini istemesi ile bu kısa vadeli planı uzun vadeli bir arayışa dönüşür. “Bir sevgili yapmam lazım” temasını milyon kez izlemiş olmamıza rağmen bu eğlenceli, zeki ve şapsal karakterlerle örülü senaryo bir şekilde kendisini yenilikçi hissettiriyor. Bridget Jones’un ikiden fazla seçeneği olabileceğini ve hatta sevgili yapmaktan öte bir hayat olduğunu keşfettiğini (ve bu keşfi unutmadığını) düşünün: Karşınızda Hjem Til Jul!

Paquita Salas (İspanya)

Javier Calvo ve Javier Ambrossi’nin tarafından yazılan ve yönetilen Paquita Salas, bir zamanlar sektörün esaslı isimlerinden olan PS isimli kast ajansının eski günlerine dönme serüvenini anlatıyor. Ajansını değişen iş dünyasına uygun hale getirmeye çalışan Paquiata’nın mücadelesi mücadele hızlı mihazın, zekice hazırlanmış diyalogların ve de Brays Efe’nin muhteşem oyuncuğu eşliğinde dikkat çekmeyi başarıyor. Karakterlerin doğrudan kamerayla konuşması, bölümlerin belgesel havasında geçmesi ve de ofis ortamının etkisiyle dizi, paralel evrenlerin birinde Michael Scott’u izlyormuş etkisi bıraktığını düşünmek oldukça normal. Tıpkı The Office gibi izleyiciyi yormadan kaliteli zaman geçirme garantisi sunan Paquita Salas ayrıca İspanyol sineması hayranları için simgesel hale gelmiş TV ve sinema anlarına atifta bulunarak çekiciliğini bir kat daha arttırmakta.

Suburra / Suburra: Blood on Rome (İtalya)

Narcos’u bitirdiniz, Queen of the South ve Peaky Blinders da ona keza, ve mafya dizileri konusunda bir boşluk yaşamaya başladıysanız ortalama 50 dakikadan oluşan 18 bölümlük İtalyan yapımı Suburra imdadınıza yetişti. Vatikan’ın sahip olduğu Ostia adlı liman satılığa çıkar. Ostia’nın evrak işlerini yürütmekle görevli olan Monsenyör şehvet dolu anlarının kaydını ele geçiren üç gencin tehdidine maruz kalır. Gençler kısa sürede şantaj planlarının düşündükleri kadar kolay gitmeyeceğini ve de karşılarında onlardan kat kat daha deneyimli bir dünyanın karşısında olduğunu anlar. Aynı adı taşıyan 2015 yapımı filminin prequeli olarak tasarlanan Suburra, bir yandan Roma’nın büyülü mimarisiyle ne tür bir dizi izlediğinizi unuttururken diğer yandan silah, uyuşturucu ve şiddet içeren sahnelerinin çokluğu ve vuruculuğuyla izleyeni kendine getiriyor. Bunu da saniyelik gel-gitlerle başarabiliyor. Her bir karakterin kirli işlere bulaşmış olma ihtimali varmış gibi göründüğü Suburra kimin kahraman olduğu konusunda da renk vermemekte de oldukça başarılı.

Shtisel (İsrail)

20’li yaşlarında Yahudi bir genç olan Akiva’nın duyguları ve ailesinin gelenekleri arasında kalışı etrafında şekillenen dizi buraya kadar alışıldık olmayan bir hikayeymiş gibi gelmiyor. Ancak Akiva Haredi adı verilen topluluğa mensup dört kuşaklık ultra-Ortodoks bir ailenin üyesi ve Yahudiler bile Harediler hakkında yeterli bilgiye sahip değiller. Dizinin bir diğer önemli noktası topluluğun içine kapalı olduğu kadar ulusal siyasette etkili oluşu sebebiyle kendilerine duyulan negatif duyguları bertaraf etme çabası. İzleyici, Haredilerle birçok duygu ve düşüncede aynı paydayı paylaşabileceğini; yalnızca farklı çıkış noktalarına ve yöntemlere sahip olduğunu düşünmeye başlıyor. Konuların işlenişindeki naiflik, nostaljik hava ve aile ilişkileri bu kapalı topluluğun yarattığı bilinmezlik duygusunun beraberinde gelen merakla dengeleniyor. Bir yabancıyı tanıma çabasına benzer bir ilgiyle dikkat çekmeyi başaran dizinin Arap ülkelerinde de izlenme oranlarının yüksek olması şaşırtıcı değil. Eski moda olduğunu söylemenin bir iltifat olarak addedileceği Shtisel, farklı kültürleri merak edenler için yerinde bir tercih.

킹덤 / Kingdom (Güney Kore)

İlhamını Joseon Hanedanı döneminde Kore’yi saran ve günler içerisinde binlerce insanın ölümüne yol açan bir salgından alan dizi; yüzeyde insanları zombiye çeviren bir salgının etkisi ile başlayan toplumsuzlaşmayı konu alıyor. 15.yy’da geçen dizide ülkenin kralı insanları zombiye dönüştüren bir hastalığa yakalanmıştır. Bu gerçek halktan saklanarak su çiçeği bahane edilir. Bu sayede bir yandan kralı aç bırakmamanın yolu bulunmuşken bir yandan da ülke yönetimi için mücadele başlamış olur. Açlığın metafor olarak kullanıldığı dizide kriz anlarında güçlülerin zayıflar üzerindeki baskısını, siyasi çıkarların doğru olanı yapma karşısındaki zaferi ve insani manada çürümüşlük ele alınmaya çalışılan alt başlıklar. Sınıf sistemi hakkında izleyeni şüpheye düşürmeyecek kadar net olan dizi, aynı malesef netliği heyecan uyandırması beklenen anlarda da sergiliyor. Birçok noktada olayların nasıl gelişeceğini çoktan fark ettirmiş olmasına rağmen zombi alt kültürü ile Game of Thrones’u buluşturmuş olması bakımından ilgi çekmeye devam ediyor.

Störst av Allt / Bataklık (İsveç)

Malin Persson Giolito’nun aynı isimli romanından uyarlanan Stör av Allt, İsveç’in en zengin muhitlerinden biri olan Djursholm’daki bir okulda yaşanan silahlı saldırıyı konu alıyor. Bununla beraber aile içi şiddeet, ırkçılık, sınıf farkları gibi konuları da es geçmeyen dizi Malin’in de belirttiği üzere günümüz politikasının en önemli sorunu olan gelir eşitsizliğini de iredelemekte. Serinin baş yazarının Ejderha Dövmeli Kız serisiyle de bilinen Camilla Ahlgren oluşu ve kriminolog bir annenin kızı olan Malin Persson Giolito’nun avukatlık kariyerinin etkisi silahlı saldırının ve akabinde gerçekleşen dava sürecinin oldukça gerçekçi sunulmasını mümkün kılmış. Ayrıca Billie Eilish, Halsey, Ellie Goulding, Bjorn, Drake ve daha birçok başarılı ismin eserleri sayesinde dizi, yalnızca hikayesi ile değil müzikleriyle de akıllarda kalacağının sinyallerini vermekte.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir