Caz Müziğin Sinemadaki Yolculuğu

Yazan: Berna Balkaya

1900’lerin başında ilk defa Amerika’da ortaya çıkan caz müzik, birbirinden farklı müzik tekniklerinin harmanlanmasından doğmuştur. Afrikalı – Amerikalı ve Batı müziğinin ortaklığından filizlenen caz, ilk çıktığından günümüze kendine geniş bir dinleyici kitlesi bulmuştur. İlk caz plağı ise 1917 yılında Original Dixieland Jazz Band tarafından kaydedilmiştir ve artık caz kayıt altına alınmaya başlanan bir müzik türü olmuştur. Tabii bu kısa “caz” girişinden sonra müziğin açılımını bir kenara bırakacağız ve caz müziğin sinemadaki yerine şöyle bir göz atacağız. Elbette müziğin sinemadaki yeri yadsınamaz, özellikle de caz müziğin yeri. Baştan uyarayım; bu yazı da caz müziğin kendisi gibi biraz dağınık olup, daldan dala konarak ilerleyecek!

Sinemada ilk olarak caz müzik kullanımı ve hatta ilk ses kullanımı 1927 Alan Crosland yönetimindeki “The Jazz Singer”dır. Film başlarken izleyicinin ilk duyduğu şey; “bir dakika bekleyin, daha hiçbir şey duymadınız” sözleri oluyor. Ve bu sözlerden sonra izleyici ilk kez sinemada müziğin kullanımıyla tanışıyor.

The Jazz Singer‘da ailesinin bütün baskılarına rağmen hayallerinin peşinden koşan bir adamın hikayesini izliyoruz. Ailesini terk ederek caz müzisyeni olmayı seçen bu adam, sinemada baş kaldırının da temsillerinden biri. Filmin aslında sinema tarihi ve izleyici için en önemli kısmı ise; ilk defa müzik, diyalog ve hareketin bir arada kullanılması.

Bu noktada sinemada caz kavramını aslında iki ayrı kulvarda inceleyebiliriz; birincisi caz müzisyenlerinin hayatını işleyen filmler, bir diğeri ise filmlerde kullanılan caz parçaları. Bu yazıda birincisine daha çok değinilecek çünkü hali hazırda caz müzisyenlerinin hayatını işleyen filmlerde ikinciyi de yani caz şarkılarını da kapsayan bir inceleme yapılabiliyor. Charlie Parker‘ın hayatını anlatan Bird, Miles Davis‘in hayat hikayesi Miles Ahead, Chet Baker’ın hayatı Born to Be Blue ilk akla gelenler.

Miles Davis demişken elinin değdiği filmleri anmadan geçmek olmaz elbette. Birden fazla filme değerli müzikleriyle imzasını atan sanatçı, bazı filmlerde küçük roller de almış. Bu filmler arasında en önemlilerinden biri de 1991 yılında Rolf de Heer yönetiminde çekilmiş olan Dingo‘dur. Büyük usta Miles Davis‘i bu filmde aynı zamanda oyuncu olarak da izliyoruz. Üstelik öyle küçük bir rolde falan da değil!

Gelelim şimdi sinema tarihinin içinde caz olan en unutulmaz filmlerinden birine: Ascenseur pour l’échafaud. Fransız Yeni Dalgası‘nın unutulmaz filmlerinden biri olan Ascenseur pour l’échafaud‘un müzikleri de yine karşısında saygıyla eğildiğimiz büyük ustamız Miles Davis tarafından yapılıyor. 1958’de Louis Malle arafından çekilen filmde caz kullanımıyla birlikte caz, Amerika’nın tekeli olmaktan çıkıp yavaş yavaş dünya sinemasında da kullanılmaya başlanıyor.

1987 yapımı Siesta filminde ise Miles Davis bir diğer büyük ustayı yanına alıyor; Marcus Miller‘ı. Siesta bir gerilim filmi olmasına rağmen içine caz müziğin yerleştirilmesi ise caz müziği sadece eğlence ya da kafa tutma sınırlandırılmasından çıkarıyor ve ona yeni bir nitelik kazandırıyor. 1970 yapımı Jack Johnson da Miles Davis‘i akıllara getiren yapımlardan biri. Dünya ağır siklet şampiyonu olan ilk Afrikalı-Amerikalı boksörün hayatının anlatıldığı bu belgeselin müzikleri için elbette Miles Davis‘den daha iyi bir isim düşünülemezmiş.

Sinema ve caz kelimeleri yan yana koyulduğunda Duke Ellington‘dan bahsetmeden geçmek olmaz elbette. Mitchell Leisen yönetiminde 1934 yılında çekilen Murder at the Vanities filminde Duke Ellington‘ı kendisini oynarken izliyor ve muhteşem performansına doyamıyoruz. Duke Ellington oyunculuk dışında pek çok filmin müziklerini de besteledi. Bu filmlerin en önemlisi şüphesiz başrollerini Sydney Poitier ile Paul Newman’ın paylaştığı 1961 tarihli Martin Ritt filmi Paris Blues. Ellington’a 1962 yılında En İyi Müzik dalında Akademi Ödülü adaylığı getiren film, Paris’te yaşayan iki Amerikalı caz müzisyeninin, oraya ziyarete gelen iki Amerikalı turist kadına aşık olmasını konu alıyor. Birbirinden güzel caz performanslarının da yer aldığı filmde ayrıca Louis Armstrong’un da Wild Man Moore karakteriyle yer aldığını ekleyeyim.

Her ne kadar ilk olarak 1927 yılında bir filmde kullanılsa da, caz müziğin sinemada popüler olması 50’li yılları bulmuştur. Caz müziğin sinemada kendine böylesine büyük yer bulmasında caz müzisyenlerinin yaşadığı sıra dışı hayatların da payı büyüktür muhtemelen. O yıllarda hem siyahi olmak hem de yeni bir müzik tarzını insanlara kabul ettirmeye çalışmak tahmin edersiniz ki pek kolay değildi. “Siyahi müziği” olarak aksettirilen caz müziğin bu bağlamdaki hızlı yükselişi şaşırtıcıdır. Bu yüzden de caz müziği sinemada tutkuyla icra edilen bir müzik olarak görürüz çünkü caz; ilk çıktığı günden beri aşkın ve acının sesidir. Bu yüzdendir ki sesli sinemanın ilk yıllarından günümüze kadar caz, her devirde sinemada kendisine yer bulmuştur.

Caz deyince tabii ki 1952 yapımı Singin’ in the Rain filmini es geçemeyiz. Arthur Freed, Nacio Herb Brown ve Lennie Hayton‘ın müziklerini ortak yaptığı filmin elbette dünya sinema tarihi için bir de unutulmaz bir sahnesi vardır.

Sinemada caz müziğinin sıkça kullanılmasını yaygınlaştıran bir diğer unsur ise caz müzisyenlerinin filmlerde çokça yer almasıdır.Buna örnek olarak ise ilk akla gelenler Frank Sinatra, Louis Armstrong ve Dean Martin gibi isimlerdir. Bu isimlerin, oynadığı filmleri popüler yapmak dışında caz müziğini dünyaya duyurup, sevdirdiği de aşikar.

Caz müzik ve sinema ilişkisinden bahsedip, caz müziği en iyi anlatan belgeseli es geçmek olmaz. 1959 yapımı Jazz on a Summer’s Day neredeyse tamamına yakını Newport Caz Festivali‘nde çekilen görüntülerden oluşuyor ve 50’li yıllardaki caz dünyasını gözler önüne seriyor. Belgeseli izlerken insanın içi gidiyor ve gerçek bir caz sever ise eğer dünyadaki olmak istediği tek yeri bu festival yapıyor!

Sinemada caz sanatçıları ve filmlerinin önemine değinmişken Frank Sinatra ve Dean Martin‘in birlikte rol aldıkları Ocean’s 11‘i anmadan geçmek olmaz. Döneminin en önemli filmlerinden sayılan bu film, yıllar sonra buluşan arkadaşların Las Vegas’ta bir kumarhaneyi soyma planlarını beyaz perdeye taşıyor. Elbette müthiş isimlerin bir araya gelerek harika oyunculuklar sergilediği bu filmde de müziklere doyum olmuyor. Ama tabii biz bu filmde şarkıcıları oyuncu yönleriyle izliyoruz.

Ocean’s Eleven

Yakın tarihlere geldiğimizde ise sinemada cazın popüleritesini korumaya devam ettiğini görüyoruz. Woody Allen imzalı Sweet and Lowdown yakın dönemde çekilmiş en ünlü caz filmlerinden biridir. 1930’lu yılların en iyi caz gitaristi Emmet Ray‘in hayatının bir kısmının anlatıldığı filmde Sean Penn‘in şahane oyunculuğu karşısında dilimiz tutuluyor. Üstelik bu film Emmet Ray‘i tanımayan birçok kişiyi de gitaristle tanıştırmış oluyor.

Son dönemlerde çekilmiş ve fazlasıyla popüler olmuş bir diğer film ise 2014 yılında yönetmen Damien Chazelle tarafından filme alınan Whiplash. Caz okuyan bir bateri öğrencisi ve sert mizaçlı hocasını konu alan film, katıldığı sene üç dalda Oscar almıştı. Filmi bize çok sevdiren bir diğer tarafı ise film boyunca kullanılan zillerin Bosphorus ve İstanbul Agop olmasıdır.

Türkiye’de ise caz, bir müzik türü olarak bile kendine geniş bir yer edinemediği için ne yazık ki Türk Sineması’nda da yeteri kadar yere sahip olamıyor. Hatta hiç olamıyor desek bile yeridir. Bu yüzdendir ki – tabii kültürel kodların da etkisiyle- sinemamızda nereyse caz müziği ve içinde caz geçen sahneleri hiç göremiyoruz. Türk Sineması’nda caz dendiğinde aklıma ilk gelen film Seren Yüce‘nin yönetmiş olduğu Rüzgarda Salınan Nilüfer filmi oluyor. Bu filminde Yüce de aslında bir nevi Türkiye’nin caz dinleyicisini eleştiriyor. Kendine toplumda parasıyla yer edinmeye ve yakın arkadaşının entelektüel seviyesine ulaşmak isteyen bir kadının üzerinden bir caz eleştirisi izliyoruz. Türkiye’deki izleyicinin kara komik bir eleştirisi olan bu sahne açıkçası benim yazmak istediğim her şeyi sadece beş dakikada özetliyor. Ve maalesef bu eleştirinin sonu yine aynı şeye varıyor; Türkiye’de caz dinlemek toplumun büyük kısmı tarafından entelektüel bir eylem olarak görülüyor ve ne yazık ki “kafa şişiren” olarak tanımlanıyor. Kim bilir belki de filmlere ve hayatlara daha çok caz sokulması gerekiyor.

Yazının kapanışını ise 2004 yılında Taylor Hackford tarafından çekilen Ray ile yapmak istedim. Tahmin edeceğiniz üzere filmde Ray Charles‘ın hayatı anlatılıyor. Caz müziğe yaptığı büyük katkısı yadsınamaz bu ustanın hayat hikayesini izlerken zaman zaman göz yaşlarımızı da tutamıyoruz tabii.

Ne olursa olsun müzikle kalın, daha da önemlisi caz müzikle kalın. Amerika’da doğmuş ve tüm dünyaya yayılmış bu acının ve aşkın sesi bütün duygularınızı tutkuya dönüştürsün. Bütün ustalara saygılarımı iletiyorum ve iyi ki varsınız, iyi ki bu müziği doğurmuşsunuz diyorum!

Kaynakça:
Wikipedia
Cazkolik
Artfull Living
FilmLoverss

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir